1 Mayıs 2019 Çarşamba

yılmaz özdil m.kemal

Yılmaz özdil-Mustafa Kemal


Doğup büyüdüğü baba ocağı Selanik, tek kurşun bile atılmadan Yunanlara teslim
edildiğinde Trablusgarp'tan dönüyordu, Mısır'daydı.
O an neler hissettiğini şöyle tarif edecekti:
"İşittim ki, vatanım Selanik ve orada anam, kardeşim, bütün akraba ve
hısımlarım düşmana bağışlanmıştır! İşittim ki, Hortacı Camisi'nin minaresine
çan taktırılmış, orada yatan babamın kemikleri Yunan palikaryalarının kirli
ayakları altında çiğnetilmiştir!"


 Annemin ruhuna ve bütün ataların ruhuna, üzerime almış olduğum vicdan yeminini tekrar edeyim.
Annemin mezarı önünde ve Allah'ın huzurunda yemin ediyorum. Bu kadar kan
dökerek milletin kazandığı ve elde tuttuğu hakimiyetin korunması, savunması
için, gerekirse annemin yanına gitmekte asla kararsız davranmayacağım.
Milli hakimiyet uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu
olsun."

Hayat, Mustafa Kemal için matematikti.
"Bilim matematiktir" diyordu.
"Evren matematik diliyle yazılmıştır, evrenin harfleri üçgenler, daireler,
geometrik biçimlerdir" diyordu.
"Herkes matematik bilgisinin çok gerekli olduğuna inanmalıdır, matematik
olmadan dünya kesinlikle anlaşılamaz, matematiksiz ancak karanlık bir
labirentte dolanılır" diyordu


Temmuz 1922...
Büyük Taarruz'un arifesiydi.
İngiliz general Charles Townshend milletvekili sıfatıyla Konya'ya geldi, İngiliz
parlamentosu adına pazarlık etmek istiyordu. Akşehir'de buluştular.
Akşam yemeği için sofraya oturduklarında, Mustafa Kemal kolundaki saati
çıkardı, İngiliz generale uzattı. “Biz Türklerde âdettir, misafire hediye veririz,
benim hediyem bir emanettir, bu saati bana Anafartalar'da bir Türk askeri verdi,
hayatını kaybeden bir İngiliz subayından almış, saatin arkasında o subayın
künyesi var, o zamanlar da şimdiki gibi savaştaydık, ailesini arayıp bulma
imkanım yoktu, sizden ricam, İngiltere'ye dönüşünüzde o subayın ailesini bulun
ve emanetini teslim edin, minnettar olurum" dedi. Saatle birlikte, elinden
düşürmediği kırmızı mercan tespihini de hediye etti.
General Townshend o geceye dair hatıralarını şöyle anlatacaktı: "Pek çok
hükümdarla devlet başkanıyla görüştüm, defalarca resmi-özel konuşmalar
yaptım, o geceki kadar ezildiğimi hatırlamıyorum!"
(Anafartalar adı, savaşın kırılma noktasında yer alan iki köyümüzün ortak
adıydı, küçük Anafarta köyü, büyük Anafarta köyü... Anafarta kelimesi, yerel
ağızda "rüzgâra karşı, çok rüzgâr alan yer" manasına geliyordu. Anafartalar
Kahramanı'nın emperyalizm rüzgârına karşı durduğu yer, coğrafyanın sözlük
anlamına da oturuyordu.)
Tabip yüzbaşı Hasan Ragıp, Kızılay Hastanesi'nde görevliydi. Eşi Erica,
Alman'dı, hemşireydi.
Aynı sahra hastanesindeydi, gönüllü gelmişti.
Ev yoktu, baraka bile yoktu, çadırda kalıyorlardı.
Ragıp devamlı ameliyattaydı. Erica kan revan içindeki gazilerimizin
başucundaydı, yara sarıyor, ana şefkatiyle kınalı kuzularımızın saçını okşuyor,
öğrendiği kırık dökük Türkçesiyle moral veriyor, paramparça evlatlarımızı
hayata bağlamaya çalışıyordu.
Gazilerimiz Erica'ya hemşire demiyordu...
"Ana hatun" diyorlardı.
İngiliz keşif uçağı koordinat saptadı, İngiliz zırhlılarından adrese teslim
bombardıman başladı ...
Çatısında 20 metre boyunda "kırmızı ay" bulunan hastaneyi göre göre, bile bile
vurdular.
Ragıp yara almadan kurtuldu.
Erica hayatını kaybetti.
"Ana hatun" için askeri tören düzenlendi.
Sevdiği adamın vatanında, Yalova köyünde, şehitlerimizin yanında toprağa
verildi.
Kabrinin kitabesine "ifa-yı vazife esnasında top mermisiyle terk-i hayat eden
madam" yazıldı.
Mustafa Kemal, âşık olduğu adamın peşinden Çanakkale'ye gelen hemşire
Erica'yı hiç unutmadı. Milli Mücadele'ye de katılan tabip yüzbaşı Hasan Ragıp'ı
yanına aldı, Çankaya Köşkü'ndeki özel doktorlarından biri yaptı


Emrindeki erlerden biri Topkapılı Mehmet'ti.
Eski tulumbacıydı.
Kolunda meşin bileklik, boynunda muska taşıyordu. Kabadayıydı.
Mustafa Kemal bu bıçkın
askerini manga komutanı yaptı. En tehlikeli görevleri hep ona veriyordu.
“Göreyim seni Topkapılı" diyerek sırtını sıvazlıyor, her defasında bir bölük asker
göndermiş kadar netice alıyordu.
Topkapılı'yla temasını hiç koparmadı.
19 Mayıs'ta Samsun'a çıktığında, gizli istihbarat için kurduğu Mim Mim
Grubu'nun başına getirdi.
Anadolu'ya silah, cephane, adam kaçıran bu yurtsever kabadayı "Topkapılı
Cambaz Mehmet" adıyla nam saldı.
Sustalı, tabancalı onlarca elemanı vardı.
Sokakta müthiş bir istihbarat ağı kurmuştu.
Yaprak kımıldasa haberi oluyordu.
Filmi çekilmesi gereken operasyonlara imza attı.
Mesela, İngiliz işgal kuvvetleri komutanı general Harrington'ın makam
otomobilini çaldı, kendisi sürerek götürdü, Ankara'da Mustafa Kemal'e hediye
etti!
Bizzat Atatürk tarafından İstanbul milletvekili olması için teklifte bulunuldu,
teşekkür ederek kabul etmedi. "Koşum tutmaz bir insanım, müsaade buyurun
serbest kalayım" dedi. TBMM tarafından 1500 lira maaş bağlandı, onu da kabul
etmedi, Kızılay'a bağışladı.
Mustafa Kemal para, makam, şöhret değil, insan biriktiriyordu.
Topkapılı Cambaz Mehmet bunlardan biriydi.
Selanik'ten Sofya'ya, Trablus'tan Çanakkale'ye insan biriktirdi.
Kurtuluş Savaşı'nı başaran kadroya isim isim bakın lütfen... Neredeyse hepsi,
Mustafa Kemal'in ömrü boyunca biriktirdiği ve temasını kesmediği yetenekli
insanlardı.
Arıburnu'nda siperleri geziyordu...
Kum çuvallarına çivilerle çakılmış kâğıtlar gördü.
Kur'an-ı Kerim'den ayetlerdi, mürekkeple yazılmıştı.
"Kim yazdı?" diye sordu.
"İstanbullu Macid" dediler.
"Çağırın" dedi.
Macid koşarak geldi.
Komutan elini omzuna koydu...
"Bunlar sanat eseri yazılar, memleket böyle sanatkârları kolay yetiştirmiyor,
derhal siperden çık, İstanbul'a dön, yazmaya devam et" dedi. Terhis etti.
O Macid, dünyaca ünlü hat sanatçımız Macid Ayral oldu. Yazı sanatında
Osmanlı'yla Cumhuriyet arasında köprü kurdu. Şişli, Bebek, Davutpaşa gibi
İstanbul camilerine, Topkapı Sarayı'na yazılar yazdı.
Bigalı Mehmet çavuş, Seddülbahir'de vuruşuyordu.
Mermisi bitince tüfeğini kırarak İngilizlere fırlatmıştı.
Tüfek parçası kalmayınca taş fırlatarak mücadele etmişti. İstihkâm küreğiyle
saldırmıştı.
Başından ciddi şekilde yaralanmıştı, avuçları paramparçaydı ama, İngilizleri
püskürtmeyi başarmıştı.
Mustafa Kemal bu kahramanlığı duydu...
Bigalı Mehmet'e gümüş sigara tabakası hediye etti.
Çanakkale Boğazı komutanı Cevat Paşa'ya rapor yazdı.
Örnek olması için ödüllendirilmesini talep etti.
Muharebe Madalyası verilmesini sağladı.
Bu olay, İstanbul gazeteleri tarafından haberleştirildi.
Bigalı Mehmet, Çanakkale'nin sembolü haline geldi.
Mustafa Kemal tarafından madalya sahibi yapılan, memlekete tanıtılan Bigalı
Mehmet çavuş, "Mehmetçik" kavramının isim babası oldu. Bigalı Mehmet'in
verdiği ilhamla, bu olaydan sonra Türk askerine "Mehmetçik" denilmeye
başlandı.
Bigalı Mehmet savaştan sonra evine, Biga'nın Bahçeli Köyü'ne döndü.
Kendisine teklif edilen maddi yardımları asla kabul etmedi. Tabak soyadını aldı
ama, daima Mehmet Çavuş olarak anıldı. 3 Şubat 1964'te 86 yaşındayken vefat
etti, köyünde toprağa verildi.
Çanakkale geçilmedi.
Geçilemedi.
İngilizler ellerinde kalan 134 bin asker, 14 bin at,
400 civarında top ve iki bin motorlu aracı tahliye etti, Gelibolu'dan çekildi.
Mustafa Kemal o günü şöyle özetleyecekti:
"Kaçtılar ve yalnızca konserve kutusu bıraktılar!"
*
Abdülhamid, o günlerde tahttan indirilmiş padişah olarak Beylerbeyi Sarayı'nda
göz hapsinde yaşıyordu. Çanakkale zaferinin ardından hatıra defterine şunları
yazdı:
"Düşman tasını tarağını toplayıp, askerlerinin yarısını denize, yarısını gemilerine
dökerek çekip gitti. Bu büyük zaferi Mustafa Kemal adında bir miralay
kazanmış. Allah, devletine hizmet edenlerden razı olsun.
Oğlum Abid efendi bu Mustafa Kemal beyle tanıştığını söyledi, Beylerbeyi'nde
görevli yüzbaşı Salih'in (Bozok) arkadaşıymış, ara sıra arkadaşına yemeğe
geliyormuş, Abid efendiyle bu münasebetle dost olmuşlar. Hatta Mustafa Kemal
kendisine iki ceylan yavrusu hediye etmiş. Bundan memnun oldum. Devletin
yüzünü ağartmış bir paşanın oğlum Abid efendiye yakınlık göstermesi, bir
şahsiyeti olduğunu anlatıyordu.
Oğluma münasip bir mukabelede bulunmasını hatırlattım. Biraz vakti halim olsa
'bir altın saat'
diyecektim ama, hem dedikodusundan çekindiğim hem oldukça müzayaka
(geçim darlığı) içinde olduğum için bir şey söylemedim.
Bir defasında Beylerbeyi'ne geldiğinde bana haber verdiler, sırtında bir pelerin
vardı, sıradan askerlere benzemiyordu, tehlikeli bir sükuneti vardı, Enver
paşanın kendisinden neden çekindiğini o zaman anladım.
Çanakkale'de İngiltere, Fransa gibi iki büyük devletin ordusunu ve donanmasını
durdurdu, yüzgeri etti. Muvaffakiyeti için dua ettim."
Kaderin ibret verici dönüşümüydü.
Mustafa Kemal'i harp akademisinden mezun olduğunda tutuklatan Abdülhamid,
12 yıl sonra aynı Mustafa Kemal için bunları yazmıştı!
Saray tarafından vatana ihanetle suçlanan Mustafa Kemal, şimdi aynı saray
tarafından vatan kahramanı olarak alkışlanıyordu, yakında aynı saray tarafından
gene vatana ihanetle suçlanacaktı!

Mustafa Kemal'e yenilen Rus genelkurmayının raporunda şu değerlendirme
yapılmıştı:
"Türk komutanları arasında halk tarafından en çok saygı göreni, cesur, muktedir,
azimkâr, azami derecede müstakil fikir sahibi, herkes tarafından itibar görüyor,
şöhretini Bingazi'deki başarılarıyla kazandı, Çanakkale Savaşı'nda iki defa durumu kurtardı.


Diyarbakır'da Semanoğlu Köşkü'nde kalıyordu. İki katlı, geniş eyvanlı, siyah
beyaz kesme taşlarla örülmüş, tipik Diyarbakır eviydi.
Serinlik veren mermer süs havuzunun başında otururken, yanık bir ses duydu...
Köşkün yanındaki ağaçlık alanda gençler piknik yapıyor, biri gazel okuyordu.
Yaverini gönderdi, çağırın dedi. Getirdiler.
Mehmet Celalettin'di.
18 yaşındaydı, Ulu Cami'de müezzindi.
Oturttu masasına, “bana türkü okur musun" dedi.
Dinledi dinledi dinledi, ses, usul, makam muhteşemdi, elini omuzuna koydu,
“bak Celal" dedi, “memleketimiz bir gün huzura kavuşacak, sen bu güzel sesinle
İstanbul'da plaklara okuyacaksın, o zaman plakların üstüne Şark Bülbülü yazdır,
sen gerçek bir bülbülsün."
Bu samimi teşvik, kehanete dönüşecekti.
Mehmet Celalettin yüreklenecek, yerel derlemelere başlayacak, Cumhuriyet'in
ilanından sonra İstanbul'un yolunu tutacak, 1931'de plak yapacak, 14 yıl önce
Mustafa Kemal'in kendisine verdiği unvanı “Şark Bülbülü" diye plağın üstüne
yazdıracak, kapış kapış gidecekti.
Soyadı kanunu çıkınca adını değiştirip “Celal Güzelses" yapan o genç müezzin,
“Esmerim Biçim Biçim, Hele Yar Zalım Yar" gibi efsaneleri müziğimize
kazandıracaktı.

Pergamon Müzesi'nin inşaatı henüz bitmemişti, Zeus Sunağı bugün Bode Müzesi
olarak tanınan Kaiser Friedrich Müzesi'nde sergileniyordu. Tam olarak sığmadığı
için bir bölümü yerleştirilmişti, bütünüyle sergilemek için Pergamon Müzesi'ni
yapıyorlardı.
35 metre genişliğinde, 33 metre derinliğinde, 15 metre yüksekliğindeki devasa
mermer sunak, arkeolojik sömürgeciliğin farkında bile olmayan Abdülhamid'in
verdiği özel izinle kaçırılmıştı.
Bergama Akropolü'nden adeta çiçek gibi koparılmış, parça parça sandıklara
yüklenmiş, yüzlerce mandanın çektiği kağnı filosuyla Dikili'ye taşınmış, savaş
gemisiyle Almanya'ya götürülmüştü.
Abdülhamid'in hatasını, kardeşi Vahdettin seyrediyordu.
Mustafa Kemal o günü hep sızıyla hatırlayacaktı.

Viyana'daki tedavisini üstlenen Profesör Zuckerlandl, hastalığı tamamen ortadan
kaldırmak için Karlsbad'a gitmesini, Profesör Vermer'in kontrolüne girmesini
tavsiye etti.
Kaplıcalarıyla ünlü şirin bir şehirdi.
Bugün beş yıldızlı otel olarak kullanılan tarihi kaplıcanın hemen karşısında
haftalığı 140 kron'a iki oda bir salon apartman dairesi kiraladı.
Her sabah saat 8'de düzenli olarak hamama gidiyor, klasik müzik yayını yapılan
binada sıcak su havuzlarına giriyor, buhar banyosu yapıyordu.
Hemşireler görevliydi, banklarda ter atanların başından aşağı uzun saplı
maşrapalarla sıcak su döküyorlardı.
Profesör Vermer'in reçetesiyle diyet yapıyordu.
Ekmek yok, tereyağı yok, şeker yok, süt yok, kahvaltıda şekersiz kahve içiyor,
iki yumurta ve biraz bal yiyordu.
Öğle yemeğinde bir porsiyon balık, bir porsiyon nohut, mercimek veya fasulye,
bir porsiyon meyve, sonunda komposto vardı.
Akşam yemeğinde bir porsiyon ızgara tavuk göğsü, entremets tabir edilen
porsiyonlar arası minik tatlı, omlet, sonunda gene komposto.
Gün boyunca ve özellikle yatarken bol bol mineralli su içiyordu.
Yemeklerini kaplıcanın müşterilerine tahsis ettiği yaşlı bir kadın hazırlıyordu.
Öğleden sonra yine kaplıcadan bir kadın personel apartman dairesine geliyor,
böbrek çevresine sıcak kompres ve çamur tedavisi uyguluyordu.
Çamur tedavisi hakkında, “faidesinin derecesini Allah bilir, ben tatbikinden bir
şey anlamadım" diye not almıştı.

Kadın-erkek eşitliği üzerine görüşlerini ilk kez Karlsbad günlüğünde kaleme
aldı... "Kadın konusunda cesur olalım, vesveseyi bırakalım, açılsınlar, onların
dimağları gerçek bilgi ve sanat ile bezensin, iffeti, bilimi sağlıklı biçimde izah
edelim, şeref ve haysiyet sahibi olmalarına birinci derecede ehemmiyet verelim"
diyordu.
Okuduğu kitapları not ediyordu, alıntılar yapıyordu.

Dağ başını duman almış Gümüş dere durmaz akar Güneş ufuktan şimdi doğar
Yürüyelim arkadaşlar!
"Siz de söyleyin" diye seslendi coşkuyla . .. "Yorgunluğunuzu alır, güç verir"
dedi.
Hep birlikte söylediler.
Bu gök, deniz nerede var Nerede bu dağlar taşlar Bu ağaçlar güzel kuşlar
Yürüyelim arkadaşlar!
Beden eğitimi öğretmeni Selim Sırrı Tarcan, yüksek eğitim için gittiği İsveç'te
duymuştu bu melodiyi ... "Şakıyan üç kız" isimli bir şarkıydı. Jimnastikte
kullanabilirim diye düşünmüş, notalarını kaydetmiş, Türkçe öğretmeni ve şair
Ali Ulvi Elöve' den rica etmiş, söz yazmasını istemişti. Birinci Dünya Savaşı'nın
tamamen aleyhimize döndüğü, milletin derin ümitsizlik yaşadığı günlerdi. Ali
Ulvi bey bu duygularla, İstanbul Moda' daki erkek öğretmen okulunun denize
bakan odasında pencere kenarına oturmuş, kareli defterine mavi mürekkeple
yazmaya başlamıştı, dağ başını duman almış . ..

Havza'da Mesudiye Oteli'ne yerleşti.
İzmir'in işgalini protesto etmek için cuma namazından sonra miting
düzenlenmesini, İzmir'de şehit düşenler için mevlüt okutulmasını istedi. Tellallar
halka duyurdu.
Şeker yoktu.
Helva karılamadı.
Mustafa Kemal'in zekâsı devreye girdi.
Çok anlamlı bir formül buldu.
Mevlütte "İzmir'in çekirdeksiz kuru üzümü" dağıtıldı.
9 Eylül'ün meyvesini 19 Mayıs'ta yedi.
Amasya'ya geçti.

memleketlerinde yiyecek ekmeği bile yokken, Amerikalılar Anadolu'nun
göbeğinde her türlü maddi imkâna sahipti.
Ermeni tehcirinde sahipsiz kalan kız çocuklarını okutuyorlardı.
Okulun müdiresi Mary Louise Graffam'a başvurdular.
"Elbette ne lazımsa derhal veririz, lütfen hediye kabul ediniz, ısrar etmeyiniz,
asla para kabul etmeyiz" dedi.
Altı teneke benzin, iki çift lastik aldılar.
"Hediye"yi öğrenen Mustafa Kemal itiraz etti.
"Şimdi para almıyorlar ama sonra arkamızdan cebren aldı derler, vesika tanzim
edin, alınan malzemelerin listesini yazın, ısrarımıza rağmen para almadıklarına
dair elimizde vesika bulunsun, ne olur ne olmaz, imzalayalım, ,müdire hanım da
imzalasın" dedi.
Mazhar Müfit tekrar okula gitti.
Bu belge iki taraflı imzalandı.
"Hediye, bağış, ödenek" gibi kavramlar, Mustafa Kemal için hassas konulardı,
asla ihmal etmezdi.
Mutlaka kayda geçirtirdi.
Sivas'a gelir gelmez maiyetinde görev yapan Hacı Derviş'i çarşıya göndermiş,
büyükçe bir defter aldırmıştı. Kongre vesilesiyle yapılan masrafları, harcanan
paraları kuruşu kuruşuna yazdırıyordu.
Bir gün Hacı Derviş dayanamadı...
"Paşam bu hengamede kim hesap soracak" dedi.
Mustafa Kemal'in cevabı ibretlikti.
"Gün gelir, millet benden de başkasından da tek tek hesap sorar, biz bugün
hesabımızı eksiksiz yazalım, millet de yarın parasının nereye harcandığını bilsin"
dedi.
Tam Ankara'ya gitmek üzere yola çıkacaktı...
Karşısına bir kadın dikildi.
Esmerdi.
Kara kaşlı kara gözlüydü.
Simsiyah elbise giymişti. Simsiyah pantolon giymişti. Çizmeleri simsiyahtı.
Tüfeği simsiyahtı. Kemerinde simsiyah kama vardı.
Kamçısı simsiyahtı.
Atı bile simsiyahtı.
34 yaşındaydı. Erzurumlu'ydu.
Binbaşı eşini Sarıkamış'ta kaybetmişti.
Erzurum Kongresi'nde denk getirememiş, üç gün at sürerek Sivas Kongresi'ne
gelmiş, yolunu gözleyip Mustafa Kemal'in karşısına dikilmişti.
"At binerim, silah atarım, bana iş ver" demişti.
Fatma Seher'di.
Tarihi sıfatını Mustafa Kemal taktı. "Keşke bütün kadınlar senin gibi olsa Kara
Fatma" dedi!
Elinin hamuruyla erkek işine karışmasın tılan gibi cinsiyetçi yaklaşımlar,
Mustafa Kemal'in ciddiye bile almadığı kavramlardı. Kadının insandan bile
sayılmadığı dönemlerdi ama, Mustafa Kemal için kadın veya erkek ayrımı
yoktu. Yürek var mı, ona bakıyordu.
Kendi elyazısıyla görev pusulası yazdı, imzaladı.
"İstanbul'a git, Üsküdarlı Kuvvacı albay Neşet beyi bul, bu pusulayı ona ver"
dedi.
Gitti, buldu... Pusulayı okuyan Neşet beyin yönlendirmesiyle İzmit bölgesinde
görevlendirildi.
Aralarında kendi kızının olduğu 15 kadınla milis müfrezesi kurdu. İki ay geçti,
emrindekilerin sayısı 700'e yaklaşmıştı. 43 kadın, 600 küsur erkeğin
komutanıydı.
Sadece kara gözlü değildi.
Gözükara'ydı.
İnönü'de Sakarya'da çarpıştı.
Yanındaki kadınların 28'i şehit düştü.
Kızı elinden vuruldu, iki parmağı koptu.
Kendisi de sağ kolundan yaralandı.
Bir ara cephane sandıklarını naklederken yakalandı, esir düştü, 19 gün işkence
gördü, kaçmayı başardı.
Büyük Taarruz'a katıldı.
9 Eylül'de İzmir'e giren süvarilerin arasındaydı.
Milis çavuşu rütbesiyle başladı.
Üsteğmen olarak emekliye ayrıldı.
İstiklal Madalyası aldı.
Maaş bağlanmasını kabul etmedi.
Emekli maaşını Kızılay' a bağışladı.
Herhangi bir kişisel menfaat peşinde koşmadı, köşesine çekildi, izi kayboldu.
Yıllar içinde dara düştüğü, kimseye haber vermediği, evsizlere yardım eden
Galata'daki Rus manastırına sığındığı ortaya çıktı. Yalvar yakar zorla ikna edildi,
Darülaceze'ye alındı.
(Bu kahraman kadın Amerikalı veya İngiliz olsaydı, eminim Hollywood'da yüz
tane filmi çekilirdi, bütün dünya tanırdı. Türkiye'de bu yönde çaba harcayan kişi
veya kurum olmadığı için, maalesef, uğruna hayatını ortaya koyduğu kendi
milleti bile tanımadı.)
1955 yılında vefat etti.
Bir küçücük mendil bohçasından başka eşyası yoktu.
Açtılar. ..
İstiklal Madalyası ve Mustafa Kemal'in hediye ettiği gümüş sigara tabakası çıktı.
Sadece onları saklamıştı.

Public Ledger gazetesinin muhabiriydi.
Aslında, Amerikan ordusunun istihbarat elemanıydı.
Amerikan savaş gemisiyle Samsun'a bırakılmıştı, Çorum, Yozgat, Eskişehir,
Ankara, yedi haftadır gazeteci kimliğiyle Anadolu'yu dolaşıyordu. Rumlarla
temas kuruyor, Bolşevik diplomatlarla görüşüyor, misyoner okullarına uğruyor,
köylere kadar girerek sohbet ediyor, halkın Kuvvacılara bakışını öğrenmeye çalışıyordu.
Mustafa Kemal'den randevu istedi, kabul edildi.
Röportaj yapmak üzere direksiyon binasına geldiğinde “çocuk gaziler"le tanıştı.
Osman, Tevfik ve Cemal.
13 yaşındaydılar.
Çeteciydiler.
Anne babalarını Birinci Dünya Savaşı'nda kaybetmişlerdi. İstanbul'da
yetimhaneye verilmişler, orada tanışmışlar, İstanbul işgal edilince birlikte
kaçmışlar, İzmit'te yurtsever milislere katılmışlardı.
Bursa civarında Yunan'la vuruşmaya girmişlerdi.
Efelerden dokuzu hayatını kaybetmişti.
Tevfik ve Cemal kollarından vurulmuştu.
Osman'ın suratına denk gelmişti, bir gözünü kaybetmişti.
Mustafa Kemal onları himayesine almıştı.
Tedavi ettirmiş, direksiyon binasına getirmişti.
Korumalığını yapan askeri birlikle kalıyorlardı. Kuvvacı subaylar bu çocuk
kahramanlara saygı gösteriyordu.
Amerikalı istihbaratçı not defterine kaydederken "bu çocukların büyük etkisi
altında kaldım" diye yazmıştı.
Mustafa Kemal'le röportaj yaptı.
Gazetesinde haberleştirdi.
Ayrıca, gözlemlerini detaylı rapor haline getirdi.
İstihbarat raporundan çok "hayranlık" ifadeleriydi.
"Diğer devlet başkanlarında gördüğümüz şaşaa ve merasimin hiçbiri Mustafa
Kemal Paşa'da yoktu.
Çok az insan beni bu kadar etkilemiştir.
İnsanların, uğrunda ölmek isteyeceği tipte bir adam.
Her yönüyle tam bir centilmen.
Nazik, kültürlü ve çok şık giyimliydi.
Profesyonel asker ve samimi demokrat, anında karar alan eylem adamı,
organizatör, pratik ve idealist.
Mustafa Kemal Paşa'yı nitelendiren bu özellikler elbette nadiren bir araya gelir.
Batı ona diktatör gözüyle baktı. Bu adamla karşılaşmak ve onu Ankara'daki
gündelik hayatın içinde görmek, diktatör iddiasının ne kadar büyük saçmalık
olduğunu fark etmek için yeterlidir.
Meclis'in yasalarına bağlı.
ABD Başkanı'nın veto hakkına bile sahip değil.
Bütün gücünü demokratik temeller için kullanıyor.
Nasıl diktatör?
Ankara sokaklarında yalnız şekilde yürüyebiliyor.
Halkın arasında, rastlaştığıyla konuşuyor, şakalaşıyor.
Sakin bir özgüvene sahip.
Gücünün farkında ama kibirli değil.
Onunla görüştükten sonra yurttaşlarının ona neden bu kadar inandığım,
sözlerinin neden bu kadar itibar gördüğünü anladım.
Türkiye'ye Türklere karşı önyargıyla gelmiştim.
Türklerin dostu ve hayranı olarak terk ediyorum."

Marconi 1937 yılında intihar ettiğinde, ailesine telgraf bile gönderecekti:
“Marconi Ailesi, Roma... Bütün insaniyet, uğradığınız kaybı acı bir surette
hissetmektedir. Bu elim felakette büyük Marconi'nin hatırasına karşı
taziyelerimle beraber, bütün sempatimden emin olmanızı rica ederim, Kemal
Atatürk."
Ankara-İstanbul arasında vızır vızır kurye dolaşıyordu.
Hatlar kesildiğinde şifreli mesajlar elden ulaştırılıyordu.
Mustafa Kemal'in kod adı “Nuh"tu.
Mesajlarının altına imza olarak “Nuh" yazıyordu.
O sırada James Bond İstanbul'daydı!
Bu gerçek 2010 yılında gün ışığına çıktı.
Quenns Üniversitesi tarih profesörü Keith Jeffrey, yüzüncü kuruluş yıldönümü
vesilesiyle İngiliz istihbarat teşkilatı Mlö'in arşivlerinde inceleme yaptı.
Gizli Servisin Tarihi ismiyle kitaplaştırdı.
Ve, işte bu belgesel kitabında... lan Fleming'in romanlarındaki James Bond
karakterini Wilfred Dunderdale'den esinlenerek yarattığını yazdı.
"Biffy" kod adını kullanan Wilfred Dunderdale'in 1919’la 1922 arasında,
Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul'da görevli olduğunu anlattı.
lan Fleming'in yakın arkadaşı olan Wilfred Dunderdale, Karadeniz limanlarında
ticaret yapan armatör bir İngiliz babanın oğluydu. Odessa'da dünyaya gelmişti.
Petrograd Üniversitesinde deniz mühendisi olmuş, İngiliz istihbaratına
katılmıştı.
Atacı Rusça biliyordu.
Boksördü.

Ingiliz istihbaratının işbirlikçi Türkler ve yerli Rumlardan oluşturduğu casusluk
ağının kod adı, Kara Jumbo'ydu.
Binbaşı John Bennett yönetiyordu.
Mükemmel seviyede Türkçe konuşuyordu, Kuran tefsiri yapabilecek kadar
Arapçaya hâkimdi, Türk-Islam örfünü, âdetlerini çok iyi biliyordu, örtülü görevlerde Müslüman gibi görünmek için sünnet bile olmuştu.

Mustafa Kemal "padişahın sadık tebaasını yalanlarla aldatıyor" du.
"Dinimizin emirlerine aykırı olarak maddi çıkar sağlıyor"du.
"Masum kulların mallarını gasp ediyor" du.
"Hilafet makamının gücünü zayıflatmaya çalışıyor"du.
"Yüce İslam hilafetine isyan ediyor"du.
"İslam'ın yüce kuralları gereğince öldürülmesi meşru ve farz1 dı.
"Müslümanların adaletli imamı halifemiz Vahdettin han hazretlerinin etrafında
toplanıp, Mustafa Kemal'le savaşmak vacip"ti.
Yani... Kuvayı Milliye'ye karşı cihat ilan edilmişti!
Bu fetva onbinlerce kopya çoğaltılarak, Yunan ve İngiliz uçakları tarafından
Anadolu şehirlerine atıldı

23 Nisan 1920, cuma.
Hacı Bayram Camii'nde mahşeri kalabalık toplanmıştı.
Bizzat Mustafa Kemal tarafından kaleme alınan ve yurdun her köşesine
ulaştırılan “millete açık davetiye" de şöyle deniliyordu: “Allah'ın izniyle Nisan'ın
yirmi üçüncü
cuma günü, cuma namazından sonra Ankara'da Büyük Millet Meclisi
açılacaktır."
TBMM'nin bir anlamda temel taşı olan Hacı Bayram Camii, İstanbul'un
fethinden çok önce 1427'de inşa edilmişti. Adını, hemen bahçesindeki Hacı
Bayram türbesinden alıyordu.
Hacı Bayram-ı Veli, Ankara'da doğmuş, tasavvuf felsefesinin en önemli
temsilcilerinden biri olmuş, eserlerini Türkçe yazmış, Anadolu'da Türkçenin
yaygınlaşmasına büyük katkı sağlamıştı.
Sanki bugün söylenmiş gibi taptaze yaşayan, yüzyıllardır insanlığı derinden
etkileyen nasihatleri vardı...
Meclis binası tamamlanmamış bir binaydı.
İnşaatına 1915'te başlanmış, yarım kalmıştı.
Pencerelerinde cam yoktu.
Çatısında kiremit yoktu.
İç sıvası bile yapılmamıştı.
Elektrik yoktu.
Başkanlık kürsüsünün arkasındaki duvarda yarık vardı, soğuk giriyordu, Ali Fuat
paşanın seccadesi oraya çivilenmişti.
Bir okuldan sıralar getirilmişti.
Odun sobası kurulmuştu.
Kahvelerden toplanan gaz lambaları tavandan sarkıtılmıştı

İstanbul'da ve İzmir'de elden ele Mustafa Kemal kartpostalları dağıtılıyordu. Bu
kartpostalları taşımak, kalpak takmak gibi “milli moda" haline gelmişti.
Propaganda savaşının karşı hamlesiydi.
Çünkü... İngiliz istihbaratı, kafasında kalpak yerine afili fes bulunan, subay tıraşı
yerine pofidik pofidik uzun saçlara sahip olan, fırfırlı papyon takan, tombul
yanaklı, esmer birinin vesikalık fotoğrafını “Mustafa Kemal fotoğrafı" diye
Anadolu'da
dağıtıyordu, köylere uçaklarla
atıyordu. Anafartalar Kahramanı'ndan çok, padişah etrafında pervane olan saray
soytarılarına benziyordu.
Anadolu'da gazete olmadığı için, bu kara propaganda yöntemiyle zihinleri
bulandırmak mümkündü. Yurttaşlar Mustafa Kemal'in sadece ismini biliyordu,
gerçek fotoğrafını gören yoktu, bu nedenle İngilizlerin dağıttığı fotoğrafa inananlar
oluyordu.

Mustafa Kemal umudu, memleket sınırlarını aşmış, küresel kahraman haline
gelmişti.
O günlerde “Kemalizm" kavramı ortaya çıktı.
İlk kez 1919'da Beyoğlu'nda yayınlanan Le Bosphore gazetesinin başyazarı
Michel Paillares tarafından kullanıldı. Türk aleyhtarı Fransız gazeteciydi.
Güya bağımsız gazete gibi görünüyordu ama, Yunan bankaları tarafından finanse
ediliyordu.
İngiliz istihbaratı “Kemalistler" tanımını kullanıyordu.
Amerikan basını “Kemalist hareket" adını vermişti.
İstanbul hükümeti, Kuvayı Milliye'yi Osmanlı'ya karşı ayaklanan Celali isyanına
benzeterek, “Kemali" diyordu.
İstanbul basınında sarayın tarafını tutanlar “Kemali" tabirini kullanırken,
Ankara'nın tarafını tutanlar “Kemalci" diye yazıyordu.
Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkışından itibaren Batılılar tarafından icat edilen
“Kemalizm" sıfatı, Türk basınında ilk kez 1927'de Yakup Kadri Karaosmanoğlu
tarafından Hakimiyeti Milliye gazetesinde kullanıldı. Yakup Kadri'ye göre
Kemalizm, bir şahsa ait değildi, Cumhuriyet'in parolasıydı, devrimciliğin adıydı.
“Kemalizm" adıyla ilk kitap 1936'da basıldı.
Kemalizm kuramcılarından biri olan Şevket Süreyya Aydemir, Mustafa Kemal'i
şu nitelikleriyle tasvir ediyordu:
“Heyecan adamı değil, mantık adamıydı.
Keskin ileri görüşlüydü.
Analiz yeteneği, yön tayin etme gücü müthişti.

Ağustos 1921... Sakarya vuruşmasının son hazırlıkları için Polatlı'ya gitmişti.
Ayağı üzengideyken atı ürktü, sırtüstü yere düştü, taşa denk geldi, iki kaburgası
kırıldı.
Ciğerine baskı yapıyordu, nefes alamıyordu. Hastaneye yatmayı kabul etmedi,
bandaj yapıldı.
Ömürleri cephede geçen, korku eşiğini çoktan aşm1ş bir jenerasyondu. Her
günün "son gün" olabileceğini düşünerek, can pazarında bile hayatın
güzelliklerini yaşamaya gayret ediyorlardı.
O en kritik dönemde mesela, Kılıç Ali'nin kız kardeşi Naime evleniyordu.
Mustafa Kemal kırık kaburgalarının ıstırabına rağmen nikâha katıldı, gelinin
vekili oldu.


Büyük Taarruz diyoruz...
Aslında gerçek adı "sad" harekâtıydı.
Arap alfabesinin sad harfiydi... Kozmik gizliliğe sahip taarruz planlarının
üzerine "ı:,o" işareti konuluyordu.
Mustafa Kemal zekâsının ürünüydü.
Türk ordusunun savaş sahasına diziliş şeklini çizin...
Karşınıza “ı:,o" şekli çıkar!
Büyük İskender, Attila, Hannibal gibi askeri dehaları incelemiş, analiz etmişti.
Sad harekâtının planlarını hazırlarken, Hannibal'ın Roma ordusunu darmadağın
ettiği Cannae Muharebesi'nden esinlenmişti. Düşmanı dört bir yandan çevirmeyi
tercih etmemiş, kaçmasına olanak tanımıştı. Hannibal'den farklı olarak, hızlı ve
amansız takip için, adeta süpürmek için süvari gücü oluşturmuştu.
(Amerika Birleşik Devletleri ordusu, 1990 yılında Birinci Körfez Savaşı'nda
Mustafa Kemal'in taktiğini uyguladı. Amerikan medyasında yayınlanan “çöl
fırtınası" belgeselinde “general Norman Schwarzkopf, Atatürk'ün süvariyle
yaptığını tankla yaptı" denildi.)
Cephe karargâhı Akşehir'deydi.
Denetlemeler için Konya'ya gitti.
Önceden haber vermeden bir medreseyi ziyaret etti.
17-18 yaşında mollalarla doluydu.
Cübbeli sarıklı hocalarıyla birlikte avluya dizildiler.
Yerlere kadar eğilerek selamlama yapıyorlardı.
Büyük Taarruz için düzenli orduya asker toplanıyordu.
Din eğitimi adı altında medreselere saklananların en büyük korkusu askere
alınmaktı.
Sürpriz ziyaretin sebebi de acaba bu muydu?
Kıdemli sarıklılardan biri Mustafa Kemal'e yaklaştı, binbir övgüden sonra lafı bu
mevzuya getirdi, medrese talebelerinin askere alınmamasını istirham etti.
Mustafa Kemal kendini zor tutuyordu, patladı...
“Memleket harp ediyor, istiklal ve mevcudiyetini kurtarmaya çalışıyor, siz
burada Arap lisanıyla vakit geçiriyorsunuz. Sizin için bu medreseler, Yunan'ı
mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı kıymetlidir? Millet kan
içinde yüzerken, milletin çocukları cephelerde yurt için canını feda ederken, siz
burada sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz" diye bağırdı!
Öfkeyle çıktı gitti.
O dönem, memlekette beş bin civarında medrese vardı.
Kullanılmayan “kolordu" büyüklüğündeydi.
Mustafa Kemal otomobille uzaklaşırken yatışmamıştı.
“Buna son vereceğiz" diyordu.
“Buna mutlaka son vereceğiz."

Büyük Taarruz öncesinde Kocaeli cephesiki teftişe gelmişti. Dinlenme sırasında,
Muhterem adında tıbbiye öğrencisi bir delikanlı yaklaştı, kendisini tanıttı.
“Fotoğrafınızı çekmeme izin verir misiniz?" diye sordu.
"Buyurun çekin" cevabını alınca da, herkesi şaşırtan bir istekte daha bulundu.
"Fotoğraflarda sert bakıyorsunuz, rica etsem bu fotoğrafta gülümseyebilir
misiniz?" dedi.
Buz gibi hava esti...
Öbür komutanlar tıbbiyelinin cüretini münasebetsizlik olarak görmüşlerdi,
Mustafa Kemal'in yüzüne bakıyor, nasıl tersleyeceğini merak ediyorlardı Oysa çok hoşuna gitmişti...
Gülümsedi.
"Çocuk doğru söylüyor, arzusunu yerine getirelim" dedi. Hatta "gel şöyle yanıma
otur" dedi.
Fotoğrafı Etem Tem'e çektirdi.
Karta basıldıktan sonra imzaladı, Muhterem'e hediye etti.Kurtuluş Savaşı boyunca gülümsediği tek kare buydu.
(Muhterem Gökmen tıbbiyeden mezun oldu. Viyana ve Frankfurt'ta ihtisas yaptı,
radyoloji profesörü oldu.)

Şehir cayır cayır yanıyordu.
Ahali sokaklara dökülmüştü, kaos yaşanıyordu, ne dost belliydi, ne düşman,
fotoğrafçı dükkânı yanmıştı, harabeye dönmüştü!
Elinde kala kala Uşak'taki ahır bozması yerde yıkayabildiği birkaç kare kalmıştı.
Büyük Taarruz'un fotoromanı, İzmir'deki fotoğrafçı dükkânıyla birlikte maalesef
kül oldu.

Hilal-i Ahmer, yani Kızılay aracılığıyla ulaştırılan bu insani telgraf, zaten
darmadağın olmuş Yunan ordusunu tamamen çökertti.
Trikoupis ve diğer Yunan subaylar bir yıl boyunca Kayseri'de ve Kırşehir'de
kamplarda tutuldu.
Esir kampı değildi, Kızılay kampıydı.
Neredeyse silahlı nöbetçi bile yoktu.
Hemen gönderilselerdi, Yunanistan'da iç hesaplaşma başlamıştı, hepsi asılacaktı.
Savaş tamamen sona erene kadar bekletildiler, Yunanistan'da sular durulunca
gönderildiler. Böylece, Trikoupis ve diğerlerinin hayatı kurtarılmıştı.
Mustafa Kemal sadece zekâsı ve cesaretiyle değil, vicdanıyla da zaferini
perçinlemişti.
Atatürk vefat ettiğinde Trikoupis hâlâ hayattaydı.
Yunan basınına konuştu. ..
"Asrımızın en büyük insanının önünde saygıyla eğiliyorum, kurduğu Türkiye'yi
dünyanın başlıca barış odaklarından biri haline getirdi, yeri daima boş kalacaktır,
daima aranacaktır" dedi.
1948 yılında ölene kadar, her 10 Kasım'da Selanik'teki Pembe Ev'e gitti,
Atatürk'ün fotoğrafı önünde saygı duruşunda bulundu.
Mustafa Kemal, Trikoupis'e karşılık Gâvur Mümin'i aldı.
Mümin, İzmirli'ydi.
Üsteğmendi.
Trablusgarp'ta vuruşmuştu. Mustafa Kemal'le oradan tanışıyordu.
Hayatının her aşamasında "insan biriktiren" Mustafa Kemal, henüz
gencecik teğmenken tanıştığı Mümin'in ismini not etmişti.
15 Mayıs 1919... İşgal başladığında İzmir'de görevli olan Mümin "üst üste
disiplin suçları işleyerek" kendisini ordudan attırdı. Yunan subaylarıyla ilişki
kurdu.
Askerlikten atılmış, devletine öfkeli eski bir subay görünümündeydi, bu yüzden
işbirlikçi olduğu düşünülüyordu.
İzmir halkı Yunan tarafına geçen Mümin'e "gâvur" lakabı takmıştı. Halbuki,
canını ortaya koymuş bir yurtseverdi, Mustafa Kemal'in istihbarat elemanıydı.
Yunan tarafına çalışıyormuş gibi görünüp, Ankara'ya hayati bilgiler aktarıyordu.
Neticede deşifre oldu, tutuklandı.
Yunan askeri mahkemesi tarafından idama mahkûm edildi.
O sırada savaş sona erdi, esir değişimi gündeme geldi, idam cezası müebbete
çevrildi. Atina'ya götürüldü, önce hapishaneye, sonra esir kampına konuldu.
Bizzat Mustafa Kemal'in özel takibiyle 1923'te "rikoupis'e karşılık geri alındı.
Orduya geri döndü.
İstiklal Madalyası aldı, Aksoy soyadını aldı.
Albay rütbesinden emekli oldu.
1948'de vefat etti. İzmir Balçova mezarlığında yatıyor.
9 Eylül 1922...
Minarelerden ezan sesi yükseliyordu.
Mustafa Kemal Belkahve'deydi

10 bin kilometre uzakta New York yakınlarındaki Elmira şehrinde yaşayan 10
yaşındaki bir Amerikalı çocuk, cumhuriyetin ilanından bir gün önce Mustafa
Kemal'e mektup yazdı.
“Gazi Mustafa Kemal Paşa, Angora, Türkiye...
Sayın efendim, ben 10 yaşında Amerikalı bir çocuğum, Türkiye ve yeni
hükümetine büyük ilgi duyuyorum. Siz ve bayan Kemal hakkında röportajlar
okudum. Türkiye
hakkında bir defterim var. Şimdiden siz ve bayan Kemal hakkında birçok yazı ve
resim topladım. Lütfen bir Amerikalı çocuğa küçük bir not ve imzalı
fotoğrafınızı gönderin. Bir gün Türkiye'yi görebileceğimi umut ediyorum,
saygılarımla, Curtis LaFrance."
Bu mektup 27 Kasım'da Ankara'ya ulaştı.
Mustafa Kemal okudu, cevap yazdı.
"Mister Curtis LaFrans'a, Ankara...
Mektubunuzu aldım. Türk vatanı hakkındaki alaka ve temenniyatınıza teşekkür
ederim. Arzunuz vechiyle bir adet fotoğrafımı leffen (ilişikte) gönderiyorum.
Amerika'nın zeki ve çalışkan çocuklarına yegâne tavsiyem, Türkler hakkında her
işittiklerine hakikat nazarıyla bakmayıp, kanaatlarini mutlaka ilm ve esaslı
tedkikata (hakkıyla anlayıp, araştırmaya) isnad ettirmeye (dayandırmaya)
bilhassa atf-ı ehemmiyet (önem) eylemeleridir. Hayatta nail-i muvaffakiyet ve
saadet olmanızı temenni eylerim. Türkiye Reisicumhuru Gazi Mustafa Kemal."
Bu mektubu ve fotoğrafı 75 yıl saklayan Curtis, 85 yaşındayken Türkiye
Cumhuriyetinin resmi davetlisi olarak Ankara'ya geldi.
Anıtkabir'deki törende konuşurken sesi titriyordu:
"1938'te Atatürk'ün öldüğünü duyduğumda 25 yaşındaydım. Niye ağladığımı
kimse anlamamıştı."

“Hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim gereğidir diye,
müzakereyle verilmez.
Hakimiyet, saltanat, kuvvetle, kudretle ve zorla alınır.
Osmanoğulları, zorla Türk milletinin hakimiyetine ve saltanatına el koymuşlardı.
Bu tasallutlarını altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdir.
Şimdi de Türk milleti, bunlara haddini bildirerek, isyan ederek, hakimiyet ve
saltanatını fiilen kendi eline almış bulunuyor.
Mevzubahis olan, millete hakimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız
meselesi değildir... Zaten var olan bir hakikati kanunla ifadeden ibarettir.
Bu, mutlaka olacaktır.
Burada toplananlar meseleyi doğal olarak karşılarsa, fikrimce uygun olur. Aksi
takdirde, hakikat yine usulüne uygun olarak ifade edilecektir.
Fakat ihtimal, bazı kafalar kesilecektir!"
Gayet açık şekilde, "burada toplananlar kabul etse iyi olur, yoksa ihtimal bazı
kafalar kesilecektir" deyince... O “kafalar" mesajı almıştı!
Oybirliğiyle kabul edildi.
Osmanlı İmparatorluğu resmen sona erdi.
Vahdettin, Boğaz'a demirlemiş olan İngiliz zırhlısına bindi. Yurtdışına kaçtı.
"Cumhuriyet fazilettir" diyordu.
"Cumhuriyet ahlaki fazilete dayanan bir idaredir.
Sultanlık, korku ve tehdide dayanan bir idaredir.
Cumhuriyet idaresi namuslu insanlar yetiştirir

İstirahat gibi tavsiyeleri duymak istemiyordu.
Nüfus 13 milyondu, 11 milyonu köyde yaşıyordu.
40 bin köy vardı, 37 bininde okul yoktu.
30 bin köyde cami yoktu.
Traktör sayısı sıfırdı, biçerdöver sayısı sıfırdı.
Ayçiçeği üretimi yoktu, şeker üretimi yoktu.
Ekmeklik un ithaldi, pirinç ithaldi. Bütün memlekette sadece beş bin hektar alan
sulanabiliyordu.
Bit'le başa çıkılamıyordu.
Beş bin köyde sığır vebası vardı.
Hayvanlar kırılıyor, insanlar kırılıyordu...
Bir milyon kişi frengiydi, iki milyon kişi sıtmaydı, üç milyon kişi trahomluydu.
Verem, tifüs, tifo salgını vardı. Bebek ölüm oranı yüzde 40'ın üstündeydi.
Dünyaya gelen her iki bebekten biri ölüyordu.
Anne ölüm oranı yüzde 18'di.
Her beş anneden biri ölüyordu.
Ortalama ömür 40'tı.
Memlekette sadece 337 doktor vardı.
Sadece 60 eczacı vardı, sadece sekizi Türk'tü.
Sadece dört hemşire vardı, sadece 136 ebe vardı.
Yanmış bina sayısı 115 bin, hasarlı bina sayısı 12 bindi. Komple kül edilmiş köy
sayısı binin üzerindeydi.
Ülkeyi yeniden inşa etmek gerekiyordu, kiremit bile yoktu. Limanlar, madenler
yabancıya aitti.
Demiryollarının bir metresi bile bize ait değildi.
Toplam sermayenin sadece yüzde 15'i Türk'tü. Osmanlı'dan ayakta kala kala dört
fabrika kalmıştı: Hereke ipek, Feshane yün, Bakırköy bez, Beykoz deri. “Sanayi"
denilen işletmelerin yüzde 96'sında motor yoktu. 10'dan fazla işçi çalıştıran
sadece 280 işyeri vardı. Bunların da 250'si yabancılarındı.
Kişi başına milli gelir 45 dolardı.
Elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus'ta vardı.
Güya vardı dernek daha doğru olur. ..
Çünkü elektrik üretimi sadece 50 kilovatsaattı.
Dört mevsim kullanılabilen karayolu yoktu.
Otomobil sayısı sadece bin 490'dı.
Sadece dört şehirde özel otomobil vardı.
Kadın, insan değildi.
Eşit eğitim hakkı yoktu, meslek edinme hakkı yoktu, boşanma hakkı yoktu,
velayet hakkı yoktu, kendisine miras kalan mallar üzerinde bile tasarruf hakkı
yoktu, seçme hakkı yoktu, seçilme hakkı yoktu, doğum izni yoktu, çalışma
hayatında eşit hakkı yoktu, eşit işe eşit ücret hakkı yoktu, kürtaj hakkı yoktu,
gebeliği önleme hakkı yoktu, kızlık soyadım kullanma hakkı yoktu.
Tiyatro yok, müzik yok, resim yok, heykel yok, spor yoktu.
Arkeolojik eserler yurtdışına kaçırılmıştı.
Kimisi alaturka saat'i kullanıyor, güneşin battığı anı 12.00 kabul ediyordu.
Kimisi zevalli saat'i kullanıyor, güneşin en tepede olduğu anı 12.00 kabul
ediyordu. Kimisi güneş batarken gurubi saat'i esas alıyordu. Kimisi güneşin
tamamen battığı ezani saat'i esas alıyordu.
Kimisi hicri takvim kullanıyordu, kimisi rumi takvim kullanıyordu. Kimisinin
şubat'ı kimisinin aralık'ına denk geliyordu. Herkes aynı zaman dilimindeydi ama,
farklı aylarda yaşıyordu.
Dirhem, okka, çeki vardı.
Arşın, kulaç, fersah vardı.
Ne ağırlığımız dünyaya ayak uyduruyordu ne uzunluğumuz.
Ölçülerimiz ortaçağ'dı.
600 sene boyunca Arapça-Farsça harmanlamasına Osmanlıca denilmişti.
Fransızca-İtalyanca kelimeler, Levanten terimler dilimizi istila etmişti.
Karşılıklı sesli-sessiz harfleri olmayan Arapçayla Türkçe yazmaya çalışılıyordu.
Bu topraklara kitap gelene kadar, Avrupa'da 2.5 milyon farklı kitap basılmıştı,
beş milyar adet satılmıştı.
Gazete sadece İstanbul ve İzmir'de vardı.
Erkeklerin sadece yüzde yedisi, kadınların sadece binde dördü okuma yazma
biliyordu.
Okuryazar erkeklerin ezici çoğunluğu, subay veya gayrimüslimdi.
Okul yaşı gelen her dört çocuğumuzdan üçü okula gitmiyordu. Toplam 4 bin 894
ilkokul, sadece 72 ortaokul, sadece 23 lise vardı. Türkiye'nin tüm liselerinde
sadece 230 kız öğrenci kayıtlıydı.
Öğretmenlerin üçte birinin öğretmenlik eğitimi yoktu.
Bütün memlekette tek üniversite vardı, darülfünun, medreseden halliceydi.
Medreselerde Türkçe yasaktı.

30 Ekim 1923 sabahı...
Mustafa Kemal, İsmet İnönü'ye mektup yazdı.
Cumhuriyet'in ilk cumhurbaşkanı, Cumhuriyet'in ilk gününde, Cumhuriyet'in ilk
başbakanına şöyle diyordu:
"Bize, geri, borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı. Yoksul ve esir ülkelere örnek
olacağız.
Kaderin bizim kuşağımıza yüklediği bir görev bu. Özgür bir toplum oluşturmak
zorundayız. Çağdaşlaşmak, bu ideali gerçekleştirmek zorundayız. Bu görevin
ağırlığını ve onurunu seninle paylaşmak istedim. Allah yardımcımız olsun."
Bu zavallı durumdaki memleket, Mustafa Kemal vizyonu sayesinde, sadece 10
yıl sonra bilim dünyasının çekim merkezi haline geldi... Nazi zulmünden kaçan
Alman profesörler Atatürk Cumhuriyeti'ne sığındı.
Ordinaryüs Profesör Erich Frank, İstanbul Üniversitesi tıp fakültesinde ders
verdi, Türk vatandaşı oldu, tabutuna Türk bayrağı sarıldı, devlet töreniyle
Aşiyan'a defnedildi.
Profesör Clemens Emin Bosch, Türkiye'deki arkeoloji müzelerinin antik sikke
koleksiyonlarını düzenledi, Müslüman oldu, Emin adını aldı.
Cari Ebert, Ankara Devlet Konservatuvarı ve Devlet Tiyatrosu'nun
kurucularından oldu, operamıza çağ atlattı.
Profesör Hans Gustav Güterbock, Boğazköy kazılarının başkanlığını yaptı, Hitit
hiyeroglifinin çözülmesine öncülük etti, Türk Tarih Kurumu onur üyesi oldu.
Profesör Curt Kosswigg, Manyas Kuş Cenneti'nin kurulmasına öncülük etti,
Türk Biyoloji Derneği'ni kurdu, Hidrobiyoloji Enstitüsü'yle bugünkü Deniz
Bilimleri Enstitüsü'nün temelini attı, devlet töreniyle Aşiyan'da toprağa verildi.
Ordinaryüs Profesör Wilhelm Peters, İstanbul Üniversitesi psikoloji bölümünü
kurdu, Türkiye'nin ilk deneysel psikoloji laboratuvarını açtı.
Ernst Reuter, Ankara Üniversitesi siyasal bilgiler fakültesinde şehircilik dersleri
verdi, ülkesine döndükten sonra Berlin belediye başkanı oldu.
Edzard Reuter... Ernst Reuter'in oğlu, çocukluğunun 11 yılı Ankara'da geçti,
Mercedes'in yönetim kurulu başkanı oldu, “ikinci vatanım" dediği Türkiye'ye
vefa borcunu ödedi, Otomarsan'ın kurulmasını sağladı.
Bruno Taut, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde yöneticilik yaptı,
Milli Eğitim Bakanlığı'nda mimarlık bölümü başkanlığı yaptı, Atatürk'ün
naaşının konulduğu katafalkı o çizdi, o yaptı, kendisine bu iş için verilen bin
lirayı kabul etmedi, sadece hatıra için teşekkür mektubu istedi, bu topraklarda
kalmayı vasiyet etti. Türkiye Cumhuriyeti onu vasiyetine uygun şekilde
onurlandırdı, İstanbul Edirnekapı Şehitliği'nde toprağa verilen tek gayrimüslim
oldu.
1933-1937 arasında ABD, İngiltere veya Kanada'ya gitmek yerine Atatürk
Cumhuriyeti'ni tercih etmişlerdi.
Ordinaryüs profesör hukukçu Ernst Hirsch, Cumhuriyet'in lO'uncu yıl
kutlamalarına dair hatıralarını şöyle anlatacaktı: “29 Ekim akşamı sanki kıyamet
kopuyordu. Davet, Dolmabahçe Sarayı'ndaki devasa salondaydı. 600 metre
uzunluğundaki rıhtım ışıl ışıl bezenmişti. Ve işte ben, kendi Alman vatanında
Yahudi olduğu için hor görülen, başka bir ırka mensup olduğu için işgal ettiği
mevkilerden kovulan, evini yurdunu terk edip yabancı ülkelere kaçmak zorunda
bırakılan ben, bu muhteşem sarayda, ülkenin seçkinleri arasında sayılan,
saygıdeğer bir Alman profesör olarak hazır bulunmaktaydım. Talihin yüzüme
güldüğü bu olağanüstü an, daha Türkiye'deki ilk yılımda nasip olmuştu."
1929'da Mustafa Kemal'le görüşen Alman tarihçi Emil Ludwig, Türkiye'deki
şaşırtıcı dönüşümü “iki kelime"yle tarif ediyordu: “Bu topraklara ilk defa umumi
harp
sırasında gelmiştim, şimdi ikinci defa geldim. İki kelime öğrendim, çabuk ve
yavaş... Eski devirde geldiğimde hayat pek hareketsizdi, arabacılara 'çabuk'
demek mecburiyetinde kalıyordum. Bu defaki ziyaretimde öyle bir sürate şahit
oldum ki, otomobilcilere 'yavaş' demek mecburiyetindeyim."
Atatürk Türkiye'si...
Böylesine başdöndürücü hızla kabuk değiştiriyordu.
Mustafa Kemal "hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir" diyen 1924 Anayasası'yla
demokrasiyi, meclisi yüceltirken... Almanya'da Hitler iktidar olmuştu.
İtalya'da Mussolini başa geçmişti.
İspanya'yı Franco teslim almıştı.
Portekiz'i Salazar yönetiyordu.
Rusya'da Stalin hâkimdi.
Polonya'yı darbeyle iktidara gelen Pilsudski eziyordu.
Macaristan'ı kral naibi olarak amiral Horthy inletiyordu.
Romanya'da kral vardı.
Yugoslavya'da kral vardı.
Avusturya'da çar vardı.
Arnavutluk'ta cumhurbaşkanı Ahmet Muhtar Zogolli (Zogu) kendi kendini kral
ilan etmişti.
Yunanistan'da general Metaksas darbe yapmıştı.
İsveç nazi yandaşıydı.
Avrupa'da o dönemde İngiltere, Fransa ve Türkiye dışında halk egemenliğiyle
yönetilen başka ülke yoktu.
Mustafa Kemal vizyonu, Türkiye'yi üç yıl gibi inanılmaz kısa sürede modern
dünyanın lider ülkelerinden biri yapmıştı.
Dünya çapında saygın biliminsanları Türkiye'ye akarken, gelecek vaat eden
150'si kız 750 genç seçti, yurtdışına eğitime gönderdi.
Almanya, Fransa, Belçika, İsviçre, İngiltere, Avusturya, İtalya, Çekoslovakya,
Macaristan ve İsveç'e gittiler.
ABD'ye, Çin'e, Japonya'ya gittiler.
Cenevre, Lozan, Sorbonne, Lyon, Freiburg, Heidelberg, Berlin, Charleroi,
Harvard, Chicago, Cornell, Missouri, Iowa, Wisconsin üniversitelerinde eğitim
aldılar.
Selahattin Reşit Alan gitti, uçak mühendisi olarak döndü, ilk milli uçağımız
MMV-l'i üretti.
Aziz Tanrısever gitti, ilk ziraat mühendislerimizden oldu.
Oktay Aslanapa gitti, ilk sanat tarihçimiz oldu.
Adnan Şener gitti, ilk kimya mühendislerimizden oldu.
Şahap Kocatopçu gitti, seramik doktorası yaph, sanayi bakanlığı yaph, TÜSİAD
başkanlığı yaptı.
Sabahattin Eyüboğlu, Hamide Topçuoğlu, Refia Uğurel Şemin, Hasip Ahmet
Aytuna, Vedide Baha Pars, Sabri Esat Siyavuşgil, eğitimci oldular, Köy
Enstitüleri'nin kuruluşunda yer aldılar.
Mustafa Kemal "sizleri birer kıvılcım olarak gönderiyorum, alevler olarak geri
döınııelisiniz" demişti...
Öyle oldu.
Genç Cumhuriyet'in beyin takımım oluşturdular.
Memleketin sıfırdan inşasına temel attılar.
an
1921'de... Henüz Sakarya Savaşı bile yapılmamışken, işgalciler Ankara'nın
burnunun dibindeyken, Meclis'in Kayseri'ye taşınması söz konusuyken,
memleket diye bir toprağımızın kalıp kalmayacağı bile belli değilken...
Maarif Kongresi'ni topladı!
Ankara Öğretmen Okulu'ndaki kongreye, kan gövdeyi götürürken, 40'ı kadın
180 eğitimci katıldı.
Aslında 12 gün sürmesi planlanmıştı ama, Yunan taarruzu başlayınca bir hafta
tutuldu.
Mustafa Kemal savaşın o en kritik döneminde bir günlüğüne cepheden ayrıldı,
"cahillikle savaş düşmanla
savaştan daha az önemli değildir" dedi, Ankara'ya geldi, kongrenin açılış
konuşmasını yaptı.
"İstikbal için hazırlanan vatan evlatlarına, hiçbir zorluk karşısında teslim
olmayarak, sabırla metanetle çalışmalarını, ebeveynine de yavrularının tahsili
için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamalarını tavsiye ederim
Silahıyla olduğu gibi dimağıyla da mücadele mecburiyetinde olan milletimizin,
birincisinde gösterdiği kudreti ikincisinde de göstereceğine asla şüphem yoktur.
Bu görev sizlere, öğretmenlere düşüyor.
Hükümetimizin siz öğretmenlerin refahını temin edemediğini biliyorum. Fakat,
milletimizi yetiştirmek gibi mukaddes vazifeyi yerine getirirken, metanetle
yürüyeceğinizden şüphem yoktur.
Vazifeniz pek mühim ve hayatidir.
Muvaffak olmanızı cenab-ı hakk'tan temenni ederim."
Maarif Kongresi'nden hemen sonra, İsmail Hakkı Tonguç gibi seçkin
öğretmenleri Almanya'ya eğitime gönderdi. Kurtuluş Savaşı'mn ortasında
yurtdışına giden İsmail Hakkı Tonguç, Köy Enstitüleri'nin kurucusu oldu.
Mustafa Kemal adeta filmin sonunu izlemişçesine rahattı. Memleketin her köşesi
işgal edilmişken, akıbetimiz belirsizken, Kurtuluş Savaşı sanki çoktan
kazanılmış gibi, Cumhuriyet sanki çoktan ilan edilmiş gibi davranıyordu.
Dünya tarihinde bu davranış biçimine sahip bir başka lider yok.
Hem çevresine özgüven aşılıyordu hem de üç yıl sonra adım adım başlatacağı
devrimlerin altyapısını oluşturarak, zaman kazanıyordu.
Engellileri unutmadı.
1923'te Cumhuriyet'i kurdu.
1924'te Cumhuriyet'in ilk engelliler okulunu kurdu.
“Sağır Dilsiz ve Körler Müessesesi" İzmir'de açıldı.
Karşıyaka İplikçizade Köşkü tahsis edilmişti.
(İplikçizade Köşkü, işgal sırasında Yunan kralı Konstantin'in karargâluydı.
Yere serilen Türk Bayrağı'nı çiğneyerek girmişti.
9 Eylül'de denize döküldüler.
Mustafa Kemal geldi, üç gece bu köşkte kaldı.
Misilleme yapmak için yere Yunan bayrağı sermişlerdi.
Mustafa Kemal bu tür intikam gösterilerinden hiç hoşlanmazdı. “Bayrak bir
milletin onurudur, Yunan kralı gaflet yapmış diye aynı gafleti bizim yapmamıza

Hadi isterseniz gelin, sizi 1930'a götüreyim... Mustafa Kemal'in Çankaya
Köşkü'nde şöyle bir gezdireyim.
Çalışma odasında Hereke halısı seriliydi.
Lacivertti, kenarları badem çiçekliydi.
Masa telefonu beyazdı, Ericsson markaydı.
Koltuğu siyah marokendi.
Yazı takımı tunçtu.
Telefunken marka radyosu vardı.
RSA marka sinema makinesi vardı.
Ayaklı, seyyar sinema perdesinde seyrederdi.
General Electric marka mini buzdolabı kullanıyordu


(1938'den sonra Mustafa Kemal'e ait pek çok eşya aynı akıbete uğradı. Çankaya
Köşkü'ndeki masaların sandalyelerin çoğu okullara dağıtıldı, alelade masa
sandalye gibi kullanıldı, kıymeti bilinmeden heba oldu.
Tereke listesinde var olan halılar, yıllarca izbe depolarda çürüdü, 60'lı 70'li
yıllarda “terkin edilmiştir" ibaresiyle imha edildi, tarihten silindi. Bazıları kamu
kurumlarına verildi, kayıt tutulmadı, çarçur edildi.
Bizzat Mustafa Kemal tarafından kullanılan halılar, koltuklar, sehpalar, masa
saatleri, avizeler, abajurlar, hatta heykeller “eski" diye satıldı! Kim aldı, kaç
paraya aldı, listesi tutulmadı. Bugün Anıtkabir'de ve Çankaya'da gördüklerimiz,
aslında Mustafa Kemal'in kullandığı eşyaların yarısı bile değildir, gerisi heba
oldu.
Tereke listesinde bulunan altın köstekli saatinin, yemek odasındaki masa saatinin
nerede olduğu bilinmiyor.
“Kayıp" durumundaki eşyaları arasında, elbiseleri, ayakkabıları, şapkaları,
gözlükleri var.
Florya'da yüzerken çekilmiş o meşhur fotoğraflarındaki mayosu kayıp...
Mutfağında kullanılan çatal bıçak, tencere kepçe gibi eşyaların neredeyse tamamı
kayıp. Atatürk'ün takma dişleri bile kayıp... İnanmakta güçlük çekeceksiniz ama,
tabancaları kayıp... )
(Çifte tabanca taşırdı. Smith Wesson ve Colt'u vardı.
Özellikle seyahatlerinde sürekli belindeydi. Milli Mücadele sırasında uyurken
bile yastığının altındaydı.
Gençliğinden beri mecburen yaşam biçimi haline gelen bu tabancalarını,
cumhurbaşkanı olduktan sonra da taşımaya devam etti. Sıcak yaz gecelerindeki
yemeklerde veya davetlerde resmi kıyafet giydiğinde, geçici olarak yaverine
verirdi, davet bitiminde hemen geri alırdı.
Keskin nişancıydı.
Yurt gezilerinde müsait arazilerde otomobili durdurur, atış talimi yapardı, "elimiz
paslanmasın" derdi.
Çankaya'da bir gece sofradayken tabancalar üzerine sohbet ediyorlardı, içişleri
bakanı Şükrü Kaya "ampullere zor nişan alındığını" söyledi, "ışık gözü
yanıltıyor" dedi.
İş iddiaya bindi. Mustafa Kemal Smith Wesson'u belinden çıkardı, oturduğu
yerden iki el ateş etti, avizedeki iki ampulü patlattı, keyifle gülümsedi

Osmanlı dönemindeki imzası, Arap ve Latin harflerinin uyarlamasıyla “M.
Kemal" şeklindeydi. Zekâ ürünüydü.
Osmanlıca sağdan sola okuduğunuzda "M.Kemal" görüyordunuz.
Aynı imzaya Latin harfleriyle soldan sağa baktığınızda "M.K" rumuzunu
görüyordunuz.
Üç çengeldi, yırtıcı bir kuşun pençesine benziyordu.
Harf Devrimi'yle birlikte "gazi m. kemal" imzasını attı.
Atatürk soyadım alınca "k. atatürk"ü kullanmaya başladı.
Bu imzayı Hagop Vahram Çerçiyan tasarladı.
Robert Kolej'de öğretmendi.
Matematik ve coğrafya dersleri veriyordu.
ABD'de kaligrafi eğitimi almıştı.

Mustafa Kemal'e sık sık "çocukluğu"yla alakalı soru sorarlardı. "Kim bilir
çocukken ne müstesna insandınız, kim bilir ne olağanüstü, ne harikulade
hatıralarınız vardır' diye merak ederlerdi.
Bu tür durumlarda hep Conker'i işaret ederdi.
"Nuri anlatsın" derdi.
Conker de her zamanki alaycı üslubuyla anlatırdı:
"Bakla tarlasında karga çobanlığı ederdi
İkisinin arasındaki şifreydi...
Conker'in "karga çobanı" lafını duyanlar "aman efendim olur mu hiç öyle" filan
demeye kalkışınca, Mustafa Kemal tekrar söze girerdi. "Bana insanüstü bir
çocukluk yakıştırmaya kalkışmayınız" derdi.
"Ben de hepiniz gibi çocuktum" derdi.
Neredeyse bütün Atatürk biyografilerinde yer alan "çocukken bakla tarlasında
kargaları kovalardı" klişesinin kaynağı, işte buydu.
Mustafa Kemal'le Conker'in danışıklı dövüşünün neticesiydi.
Mustafa Kemal'in gerçekten "karga kovaladığını" değil, “herkes gibi bir çocuk"
olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı. Yağcılık yaparak abartılmaması gerektiğini
anlatmaya çalışıyorlardı.
Conker'in bu alaycı lafı döndü dolaştı...
Somut gerçekmiş gibi tarihi biyografilere girdi!

Mustafa Kemal üç parçalı lacivert takım elbise giymişti. Kırmızı kravat tercih
etmişti.
Ceketinin üst cebinde beyaz keten mendil vardı. Astragan kalpak tahrnıştı.
Gelinin şahitleri Salih Bozok ve İzmir valisi Abdülhalik Renda'ydı. Damadın
şahitleri ise Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir'di.
O zamanlar perşembe günleri evlenilirdi, âdetti.
Pazartesi evlendiler.
Nikâhta kadın bulunmazdı, gelin yerine vekili olurdu.
Bunu da yıktılar...
Latife'nin bulunduğu ortamda nikahlandılar.
Mustafa Kemal eşine, kibrit kutusu büyüklüğünde altın mahfaza içinde
elyazması Kur'an-ı Kerim ve akik taşlı broş hediye etti.
Latife ise, gümüş sigara tabakasıyla kravat iğnesi verdi.
Nikâhtan sonra çay partisi düzenlediler.
50 kadar davetli vardı.
Şekerleme ikram edildi.
Fakirlere yemek dağıtıldı.

Önce dedikodular aldı yürüdü, sonra tatsızlıklar başladı. Çünkü, Miti'nin babası
Bulgar Çarı'nın has adamlarındandı, savaş kahramanı generaldi, savunma
bakanlığı yapmıştı. Böyle bir adamın kızıyla, bir Türk subayı, olacak iş değildi.
Mustafa Kemal'in umurunda bile değildi. Askeri Kulüp'te tertiplenen baloda
denk getirdi, inadına yapar gibi, Çar'ın önünde dans etti Miti'yle... Ele güne
meydan okumuştu. Bardağı taşıran damlaydı.
Miti'nin babası Mustafa Kemal'i ziyaret etti.
“Bundan böyle kızıyla görüşmezse mutlu olacağını" söyledi.
Haftası geçmeden Miti'yi bir mühendisle nişanladılar.
Mustafa Kemal'in dünyası yıkıldı.
Zaten Birinci Dünya Savaşı patlamıştı.
O öfkeyle bavullarını topladı, İstanbul'a döndü.
Halbuki, nişan mişan yoktu... Miti bir başkasıyla evlenmeyi reddetmişti,
parmağına zorla takılan yüzüğü fırlatıp atmıştı.
Ama, Mustafa Kemal'in bundan haberi yoktu.
Asla unutamadı.
1931 yılında Ankara'da Bulgar Kooperatif Tiyatrosu'nun sanatçılarıyla sohbet
ederken "gençliğimin parçasını Sofya'da bıraktım, güzel bir kız sevdim, bana
vermediler" dedi.
Kırık bir kalple yaşadı.
Yalnız bir kalple rahmetli oldu.
Miti desen, 21 yaşındaydı.
30 yaşına kadar bekledi.
Ha bugün bir mektup gelir, ha yarın kendisi çıkagelir. ..
Bekledi, evlenmedi.
Maalesef gelmedi.
Ailesinin "artık yeter" baskısıyla bir avukatla evlenmeyi kabul etti. Saygılı ama
sevgisiz bir evlilikti. İki kızı oldu. Kalbindeki boşluğu evlatlarıyla doldurmaya
gayret etti.

1925.. . Gecenin konukları arasında Abdülhak Hamit Tarhan'la 42 yaş küçük eşi
Lucienne vardı.
Lucienne, Belçikalıydı.
Abdülhak Hamit birkaç kadehten sonra kendinden geçmişe benziyordu.
Konuklar arasında başka hanımlar da varken, kendi eşini göstererek "var mıdır
Türkler arasında böyle hanım" deyiverdi.
Masa buz gibi oldu.
Mustafa Kemal kendini zor tutuyordu. Yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuştu. Lafını
düzeltmesi için duymamış gibi yaptı, "ne buyurdunuz beyefendi?" dedi.
Abdülhak Hamit iyice saçmaladı.
"Bana beyefendi demeyiniz lütfen, sadece adam deyiniz" dedi.

Türkiye'yi 24 delege temsil etti.
Türk Kadınlar Birliği Başkanı Latife Bekir'di.
Yardımcıları Aliye Esad, Lamia Refik ve Nermin Muvaffak'tı.
1935 seçimlerinde Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne giren Türkiye'nin ilk kadın
milletvekilleri de oradaydı.
Yıldız Sarayı'nda düzenlendi.
Bir hafta sürdü.
Kürsünün arkasında iki büyük Türk Bayrağı vardı.
Bayraklarımızın arasına "Justice-Adalet" yazılı pankart asılmıştı.
Konuşmalar Fransızca, Almanca, İngilizce yapıldı.
Hukuk önünde kadın-erkek eşitliği, eşit eğitim hakkı, eşit meslek hakkı,
ekonomik özgürlük hakkı üzerinde duruldu. "Çocuk gelin" sorununa dikkat
çekildi.
Savaşların, tek tek farklı ülkelerin değil, evlatların ölmesi sebebiyle "dünya
kadınlarının ortak sorunu" olduğuna dikkat çekildi.
Türk Kadınlar Birliği Başkanı Latife Bekir, konuşmasını Fransızca yaptı. "Türk
kadınını haremin kafeslerinden kurtarıp, parlamento kürsüsüne getiren, Türk
kadınını erkeğinin yanında hak ettiği yere davet eden Mustafa Kemal Atatürk'e
minnet borcumuz var" dedi.
Dünya Kadınlar Birliği Başkanı Corbett Ashby, "feminizm kongremizin aslında
en önemli hadisesi Mustafa Kemal Atatürk'le tanışmak" dedi.
Avustralya delegesi Kardel Oliver, 28 bin kilometre yol kat ederek, haftalarca
süren yolculukla gelebilmişti. "Türk kadınına ve O büyük adama duyduğum
saygının yanında, yorgunluğumun lafı bile edilmez" dedi.

Uluslararası Kadınlar Birliği'nin logosunu
kullanarak "Uluslararası Kadınlar Kongresi anma pulları" basıldı.
Hem de 1.5 milyon adet basıldı.
Türkiye'nin müthiş tanıtımı olmuştu. ABD'den Avustralya'ya, Mısır'dan
Finlandiya'ya, dünya gazetelerinde geniş yer buldu.
Yunan gazetelerinde hem şaşkınlık hem biraz kıskançlık hem de büyük saygı
vardı... Akropolis gazetesinin başyazısında şunlar yazıyordu: “Kim tahmin
edebilirdi? 15 yıl evvel kime söyleseler kim inanırdı? Harem hayatının yanına
yaklaşılması bile yasak olan mahpus kadını, Türk kadını, bugün dünyanın
feministlik tacını tutuyor."
Kongre tamamlandı.
Dünya Kadınlar Birliği heyeti Ankara'ya gitti.
Mustafa Kemal, Çankaya Köşkü'nde kapıda karşıladı.
Dünya kadınlarına hitaben şu tarihi konuşmayı yaptı:
“Lütfedip Türkiye'ye geldiğiniz için, uluslararası kongrenizi İstanbul'da
düzenlemeyi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim.
Türk kadını hiçbir alanda erkeklerden geri kalmayacak.
Türk kadını hiçbir alanda Avrupalı kadınlardan geri kalmayacak.
Türk kadını daha büyük nesiller yetiştirmeye kabiliyetlidir.
Kadınlarımız için asıl mücadele alanı, asıl zafer kazanılması gereken alan, kılık kıyafette başarıdan çok, bilgiyle, kültürle, gerçek faziletle süslenip, donanmaktır

Kızların, Abdürrahim'in, Mustafa'nın ders notlarını yakından takip ederdi.
Yüksek puanlar aldıklarında özellikle okula gidip öğretmenlerle görüşürdü,
"benim çocuğum diye iltimas mı yapıyorsunuz?" diye sorardı. Bazen emin
olmak için kendisi sınav yapardı, o dersi yeterince bilip bilmediklerini bizzat
tespit ederdi.
Mustafa Kemal'in çocuklarıyla Çankaya'da görevli aşçı, şoför, garson, berber
gibi hizmetlilerin çocukları aynı ilkokula gidiyordu.
"Asla yalan söylemeyeceksiniz" diye tembihliyordu.
"Sakın unutmayın, yanlış yapmanıza değil, yalan söylemenize kızarım" diyordu.
İlerleyen yıllarda, siyasi partiler Mustafa Kemal'in manevi çocuklarını
milletvekili adayı yapabilmek için teklif üstüne teklif götürdü.
CHP dahil, her defasında "hayır" cevabı aldılar.
"Politikaya girmeyeceksiniz" diye vasiyeti vardı.

Hatice'yi de kızı gibi benimsemişti.
Ağabeyi Mustafa Kemal'in kanuni mirasçısıydı.
ilk bakışta herhangi bir miras yok zannediliyordu.
Çünkü Mustafa Kemal tüm mal varlığını millete bağışlamıştı.
Ancak... Ankara, İzmir, Bursa, Samsun, Diyarbakır, Erzurum, Konya, Trabzon ve
Antalya'da Mustafa Kemal'e hediye edilen evler, taşınmazlar vardı. Bunlar
vasiyetnamesinin dışında kalmıştı.
Aslında, kendisine hediye edilen evleri, bulundukları şehirlerin belediyelerine
hibe etme kararı almıştı.
Bursa'daki evini ve Çelik Palas Oteli'ndeki hissesini son Bursa ziyaretinde resmi
yazıyla belediyeye bağışlamıştı.


"Liyakat âşığıyım" diyordu.
İşi ehline verirdi.
Çevresini ikiye ayırıyordu.
Faydalılar.
Lezzetliler.
Sevmediği halde faydalı'ysa, o kişiyi devlet işlerinde en üst makamlara
getirmekten asla çekinmezdi.
Çok sevdiği halde, hep yanında olduğu halde, hiçbir mevkiye getirmediği
arkadaşları vardı, onlara "lezzetli" diyordu.
Sohbetlerinde sık sık beğendiği "devlet adamları"ndan, örnek alınması gereken
"tarihi kişilik"lerden bahsederdi.
Fatih Sultan Mehmet için "büyük adam" sıfatını kullanıyordu.
"Çok kereler Fatih'in karşısında kaldığı meseleleri düşündüğüm zaman, ben de
aynı hal çarelerine varmışımdır. Lâkin, Fatih benim karşısında kaldığım hadiseleri nasıl hallederdi, bunu hep merak ederim" diyordu.
Afet İnan'ın aktardığına göre, Kız Kulesi'ne Fatih Sult . ı n Mehmet'in heykelini
yaptırmayı tasarlıyordu.

“Ulus" kavramına örnek gösterirdi.
“Stratejinin babası" kabul edilen Hannibal'ın askeri dehasına saygı duyardı.
Büyük Taarruz'un planlarını hazırlarken Kartacalı efsane komutanın
taktiklerinden faydalanmıştı. Dolayısıyla, bu topraklarda mutlaka
onurlandırılması gerektiğini düşünüyordu.
Hannibal milattan önce 182 yılında Gebze civarında intihar ederek hayatına son
vermişti. Arkeolojik çalışma yapılmasını, Gebze'deki mezarının bulunmasını,
park haline getirilerek, üzerine bir anıt dikilmesini emretti.

Karamsarlığa düşen herkese Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa'yı "rol model"
olarak öneriyordu. Sofya'da ataşe olarak görev yaptığı sırada Türk gençleriyle
sohbet
ederken şunları söylemişti: "Gazi Osman Paşa'yı kendim rehber olarak seçtim,
Türk ruhu oradaki milli ruhtur, felaket günlerinde Plevne'yi ve Gazi Osman
Paşa'yı düşüneceğiz, sizin de sembolünüz Osman Paşa olsun."
*
Mimar Sinan hayranıydı.
Türk Tarih Kurumu'na talimat verdi. Bilimsel araştırma yapılmasını, Mimar
Sinan'ın vücut ve yüz hatlarına en uygun heykelinin ortaya çıkarılmasını istedi.
*
Süleymaniye külliyesindeki mezarı açıldı. Kafatasından ve kemiklerinden ölçüm
yapıldı, boyu tespit edildi.
Kayseri'de dünyaya geldiği Ağırnas köyüne gidildi.
O yörede doğup büyüyen yurttaşların karakteristik fotoğrafları çekildi. Mimar
Sinan'a dair nesilden nesile aktarılan menkıbeler toplandı.
Bu araştırmalar çerçevesinde, Sinan'ın yüzünü sembolize eden bir madalyon
hazırlandı.
Mustafa Kemal'e sunuldu, onay alındı.
Bugün Türkiye'nin dört bir yanında bulunan Mimar Sinan heykellerinin tamamı
işte o madalyondan türetildi.
*
Mimar Sinan'ın yanı sıra Kanuni Sultan Süleyman'ın, Barbaros Hayrettin'in ve
İbni Sina'mn heykellerinin yapılmasını istemişti. Beşiktaş'taki Barbaros Anıtı
mesela, 1944'te İsmet İnönü tarafından açıldı. O anıtın yapımına Mustafa
Kemal'in sağlığında başlanmıştı.
*
Topkapı Sarayı'nı müze haline getirdi.
Halkın ziyaretine açtı.
Hırka-i Saadet Dairesi'nde kutsal emanetleri geziyordu.
Sancak-ı Şerif'i görmek istedi.
Sandığından çıkarıp, masaya serdiler.
Herkes büyülenmiş gibi bakarken, Mustafa Kemal sert bir ifadeyle, "Sancak-ı
Şerif bu değildir, aslı nerede?" dedi.
Topkapı'ya adeta bomba düşmüş gibi oldu.
Panik yaşandı, kısa süre sonra vaziyet anlaşıldı.
Siyah renkli orijinal Sancak-ı Şerif çürümüş parçalanmıştı, onun yerine yeşil
renkli Sancak-ı Şerif dikmişlerdi! Lime lime olmuş orijinal sancak, sandığın
dibinde, torbadaydı.
Mustafa Kemal'i özellikle "tarih" konusunda kandırabilmek mümkün değildi;
kulaktan dolma değil, daima somut bilgi sahibiydi.
Öğrenme iştahı doyumsuzdu.
Kitap okumak, nefes almak gibiydi.
Trablusgarp'ta, Çanakkale'de, Kurtuluş Savaşı'nda, en kanlı çarpışmaların en
kritik günlerinde bile elinden kitap düşürmezdi.
1922' de mesela, Başkomutanlık Meydan Muharebesi'nin hemen öncesinde
hatıra defterine gün gün şu notları düşmüştü:
"Sabah erken kalktım, biraz kitap okudum. .."
"İsmet Paşa gitti, biraz kitap okuyup yatacağım ..."
"Banyo aldım, yatakta kitap okuduktan sonra hazırlandım . .."
"Yalnız kaldım, biraz kitap okuyacağım ..."
Halide Edip Adıvar, Mustafa Kemal'in bir taraftan masasındaki savaş planlarıyla
uğraştığını, diğer taraftan "İslam tarihi" okuduğunu söylüyordu. "Özellikle de
İslam tarihinin demokrasiye en yakın olan ilk yirmi dört senesini incelediğine
şahidim" diyordu.
Fahrettin Altay, Mustafa Kemal'in geceleri çadırında İslam Dini ve Tefsirleri
isimli bir kitabı okuduğunu anlatıyordu.
1916da Bitlis'i düşman işgalinden kurtarırken, Namık Kemal'in Tarih-i
Osmani’sini, Mehmet Emin Yurdakul'un şiirlerini, Tevhk Fikret'in Rübab-ı
Şikeste’sini, Alphonse Daudet'nin Sapho’sunu okuyordu.
1918'de Karlsbad'da tedavi görürken, Balzac okuyordu.
Kari Marx'ın Kapital'ine yönelik eleştirileri takip ediyordu.
Zabit ve Kumandan ile Hasbihal adıyla kitap yazmıştı. İstanbul'da Minber
matbaasında bin adet bastırmıştı.
Etiket fiyatı 7.5 kuruştu.
1919’da Anadolu'ya geçince, söz konusu kitabı okumak bile "suç unsuru" haline
geldi.
Damat Ferit hükümeti tarafından derhal toplatıldı, imha edildi, yeniden basılması
yasaklandı.

Ciddi yıkım vardı. Ülke genelinde yardım
kampanyaları başlatıldı; yiyecek, kıyafet, para toplandı.
İstanbullu bir kitapçı o güne kadar görülmemiş, duyulmamış bir yardımda
bulundu.
Depremzede çocuklar için bin liralık kitap gönderdi. Mustafa Kemal bunu
öğrenir öğrenmez teşekkür telgrafı çekti:
“İstanbul Babıali caddesi, kitapçı Hilmi beye... Erzur [t^ zelzele felaketzedeleri
çocuklarına hediye ettiğiniz kitapla , dolayısıyla çok teşekkür ederim.
Memleketin ilim ve irfanı için bu vesile ile gösterdiğiniz alakayı kıymetli
buldum. İlim ve irfan ile donanmış bir kavim, her nevi felakete, tabiattan gelse
bile çare bulabileceğine işaret olan bu nevi bağışınız, bütün milletçe takdire
değer manadadır. Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal."
1927.. . Nutuk'u yazdı.
Kurtuluş Savaşı'nın başından itibaren Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş
belgeselini bizzat kaleme aldı.
Tamamlaması üç ay sürdü.
19 Mayıs 1919'la 20 Ekim 1927 arasını kapsıyordu.
Yazı bölümü 534 sayfa tutuyordu.
Ayrıca 308 sayfa mektup-telgraf gibi belge bulunuyordu.
Hem yazarı hem hatibiydi...
TBMM kürsüsünden bizzat okudu.
Günde altışar saatten altı gün sürdü.
Toplam 36 saat 31 dakikada bitti.
Dünyada eşi benzeri görülmemiş hadiseydi.
Literatüre "maraton nutuk" deyimiyle girdi.
Hem Milli Mücadele'yi resmi olarak kayda geçirmek hem de halka hesap
vermek duygusuyla yazmıştı...
Tarihi konuşmasına "senelerden beri devam eden yükümlülük ve icraatımız
hakkında milletimize hesap vermenin, vazifem olduğu kanaatindeyim" diye
başladı.
Ve, siyasi vasiyetnamesi olan "Gençliğe Hitabe" ile bitirdi.'

1923'te okuduğu bu kitapta, şu satırların altını çizmişti.
• Her ulus, kendine özel duyguya sahiptir.
• Her ulus, dini kendine uydurur.
• Din felsefesi, ulusun hayata ne gözle baktığını gösterir, hayata ve evrene
verdiği değer, o ulusun mutluluk ve felaketi üzerinde etki yapar.
• Yoksul bir ulus, parlak nutuk ve hutbelerden çok, işe muhtaçtır.
• Bazı nüfuzlu aileler, bireylerinin bir kısmını bir partiye, bir kısmını diğer
partilere sokarak, iktidar mevkiine hangi parti gelirse gelsin, aileden bir
kısmının yüksekte kalmasını sağlarlar.
• Burjuva, büyük politikacıdır, siyasidir, hilekâr hesapçıdır, menfaat sağlıyorsa
nefretini bile saklayabilir.
• Uluslar asla unutmamalıdır ki, ulusal büyüklüğün tek koşulu, dayanıklı ahlak
karakterine sahip olmaktır.
• Bir ulus, ancak vicdan sahibi olarak yaşayabilir.
Lenin'in makalelerinden oluşan Burjuva Demokrasisi ile Proletarya
Diktatörlüğü isimli kitabı okuyup, kütüphanesine koymuştu. 1920'de bastırılan
bu kitap, Bakü'de, Türkiye İştarikiyun Komünist Teşkilatı tarafından yayımlanmıştı.

İstanbul Üniversitesi kütüphanesinden kitap aldığında “15 gün içinde iade
edeceğine" dair belge imzalıyordu.
Sıradan yurttaşlar devlet kütüphanelerinden nasıl kitap alıyorsa, Mustafa Kemal
de aynen öyle alıyordu.
Kendisine ayrıcalık tanınmasına izin vermiyordu.
Paris, Londra, Roma, Viyana elçiliklerimize resmi yazıyla liste gönderiyor, kitap
sipariş ediyordu. Hepsinin parasını kendi cebinden ödüyordu. “Aksi taktirde bir
daha istemeye yüzümüz olmaz" diyordu.
Fatura istiyordu. Böylece, işgüzar elçiler tarafından kendisinin yerine devlet
kesesinden para ödenip ödenmediğini kontrol ediyordu.

Gene böyle bir gün... Kütüphanecisi Nuri Ulusu'yu kara kara düşünürken buldu,
elliden fazla kitap hazırlanmıştı, ciltlerine zarar vermeden trene nasıl
yüklenecekti?
Mustafa Kemal yaverini çağırdı.
Cephane sandıkları getirtti.
"Bu sandıklar çok mühimdir, savaşta onlarla cephane taşımıştık, şimdi o savaş
bitti, kültür sanat savaşımız başladı, bu yeni savaşımızın cephanesi kitaplardır"
dedi.
Kırmızı ve mavi uçlu kalemlerle kitap okurdu.
Sayfaların kenarını işaretlerdi, satırların altını çizerdi.
xx işareti, önemli
xxx işareti, çok önemli anlamına geliyordu.
Mühimse "müh." yazıyordu.
Çok mühimse "ç. müh." yazıyordu.
"D." dikkat manasındaydı.
"?" işareti koyduysa, belirtilen fikri şüpheli buluyordu.
Cümlenin altını kırmızı kalemle çiziyorsa, o cümledeki fikre katıldığını belirtmiş
oluyordu. Cümlenin altını mavi kalemle çiziyorsa, o cümledeki fikri
beğenmediğini göstermiş oluyordu.
Tarih kitaplarını harita eşliğinde okurdu.
Savaş kitaplarını okurken krokiler çizerdi.
Tek istisna vardı... İstanbul Üniversitesi kütüphanesinden ödünç aldığı kitaplara
asla işaret koymazdı, tertemiz iade ederdi.
Bazen 48 saat aralıksız kitap okuyordu.
Sadece banyo almak için ara veriyor, devam ediyordu.
Beyaz tülbentlerden küçük parçalar kestirtiyordu...
Okumaktan gözleri yaşarınca bu emici tülbent parçalarıyla kuruluyordu.
“Kitap okumak hususi bir sanattır" diyordu.
Ölüm döşeğindeyken bile okudu.
15 Ekim 1938... Komaya girip hayata gözlerini yummadan önce, en son, Türk
Tarih Kurumu'nun Belleten dergisini inceledi.
Devrimciydi.
Tarih boyunca hiçbir lider bu kadar kısa sürede böyle büyük dönüşüm
sağlayamadı. Yaklaşabilen bile yok.
İngilizlerin ünlü tarihçisi Arnold Toynbee, şaşkınlıkla, saygınlıkla ve
kıskançlıkla ifade ediyordu: “Bir an için tahayyül ediniz ki, Batı dünyasında
Rönesans, Reformasyon, 17'nci yüzyıl sonundaki bilim ve düşünce ihtilali,
Fransız Devrimi, sanayi devrimi, hepsi birden sadece bir insanın ömrünün içine
sığdırılmıştır!"

Bursa-Yalova karayolu yeni açılmıştı.
Açıldığı gün eşkıya yolu kesti, gelen geçeni soydular.
Duyduğunda İstanbul'daydı.
"Otomobili hazırlayın, Bursa'ya gidiyorum" dedi.
Efendim tehlikeli olabilir filan dediler. ..
Cevap bile vermeden çıktı, aynı yoldan Bursa'ya gitti.
"Benim geçmediğim yoldan vatandaş nasıl geçsin, reisicumhur o yolu
kullanacak ki, vatandaş da hiç çekinmeden kullansın" dedi.
Mütevazıydı.
"Başarılarda gururu yenmek, felaketlerde ümitsizliğe direnmek lazımdır, insan
daima başarıyı aramalıdır ama,
ben şunu yaptım diye övünmek manasızdır, o övünülen çoktan mazi olmuştur"
diyordu.
Takım çalışmasına inanırdı. “Başarınızın sırrı ne?" diye soranlara “ekip"
cevabını veriyordu.
“Ekip lazımdır. Yani tek başına bir kmseye bütün muvaffakiyetler atfedilemez.
Organize etmek lazımdır ki, başarıya ulaşılabilsin. Ben de her ne yaptıysam,
arkadaşlarıma dayanarak, milletime dayanarak yapabilmişimdir. Tek başına bana
atfedilemez" diyordu.

2010 yılına kadar ses tonunun "ince" olduğu zannediliyordu.
Çünkü 1930'lu yılların teknolojisinde, kameranın film mekanizmasını elle
çevirmek suretiyle kayıt yapılıyordu. Konuşan kişilerin orijinal sesini kaydetmek
mümkün olmuyordu, tiz çıkıyordu.
Mustafa Kemal'in varolan tüm kayıtları böyleydi.
2010 yılında, Mimar Sinan Üniversitesi devlet arşivlerinde bulunan Mustafa
Kemal'e dair filmleri günümüz teknolojisiyle restore etti.
Gerçek sesi ortaya çıktı, yayınlandı.
O güne kadar bilinenden tok'tu.
Yurt gezilerine çıkmadan önce sınava hazırlanır gibi hazırlanırdı.
Konuşmalarını bizzat yazardı.
Ezberlerdi. Kâğıttan okumazdı.
Beş ayrı şehirde beş konuşma yapacaksa, beşinin de içeriği birbirinden farklı
olurdu. Asla tekrara düşmezdi.
Hiçbir yerdeki cümlesi, bir başka yerdeki cümlesine benzemezdi


Kuvayı Milliye ruhu, işte buydu.
Ali Kemal'in oğlu Zeki Kuneralp, Paris, Bern, Londra, Madrid büyükelçimiz
oldu, dışişleri müsteşarımız oldu. Kaderin oyununa bakın ki... Ali Kemal,
Amerikan-İngiliz dolduruşuyla doğu'daki şehirlerimizin altın karşılığında
Ermenilere satılmasını öneriyordu, bu yüzden Artin Kemal lakabıyla
tanınıyordu. Ali Kemal'in oğlu, Madrid'de Ermeni terör örgütü Asala'nın
saldırısına uğradı. Kendisi kılpayı kurtuldu ama, eşi Necla Kuneralp şehit oldu.
Artin Kemal, her konuda olduğu gibi bu konuda da tarihe kara leke olarak geçti.)
Ali Kemal istiklal mahkemesinde yargılanmak üzere Ankara'ya götürülürken,
linç edilerek öldürüldü

1930 yılında Galatasaray Lisesi'ne geldi. Tesadüfen o gün orta son sınıf
öğrencilerinin tarih-coğrafya sınavı yapılıyordu. Sınav salonuna girdi,
öğrencileri tek tek ayağ. . kaldırarak şu soruları sordu.
• Attila'nın Romalılarla harbi sırasında Afrika'dan İspanya'ya geçen ilk Arap
ordusu kaç kişiydi?
Bunların içinde kaç Türk bulunuyordu?
Bu ordu nereye ayak bastı?
Hangi istikamete doğru gitti?
İlk olarak hangi şehri zaptetti?
Sevr ve Lozan antlaşmalarını mukayese ediniz?
• Ege Denizi'nin iklimiyle Adalar Denizi'nin iklimi arasındaki farklar nelerdir?
• Devletçilik ve fertçilik nedir?
• Teşrii Kuvvetler ne demektir?
• Kanunlar nasıl yapılır?
• Şimendifer siyaseti nedir?
• Türkiye'de 1914'ten sonra yapılan şimendifer hatları?
• Batı Anadolu'nun ehemmiyeti nedir?
• Eski medeniyet ne demektir?
• Etilerle Mısırlılar arasındaki muharebeyi anlatınız?
• İlk zamanlarda Asya'daki Türk kavimleri nelerdir? Bunların göç yollarını
anlatınız? Asya'nın ortasındaki büyük denizin kurumasını anlatınız?
• Asur, Elan ve Akad medeniyetlerini Mısır medeniyetiyle mukayese ediniz?
• Anadolu'daki Türk medeniyetleri hangileridir?
• Eti, Sümer ve Mısır medeniyetlerinden hangisi eskidir?
• Bizdeki reisicumhur seçimiyle Almanya'daki reisicumhur seçimi arasındaki
farklar nelerdir?
1930 yılı Türkiye'sinde ortaokul öğrencileri işte bu kadar ağır soruları bile
cevaplayabilecek donanıma sahipti.
Okuma yazma bile bilmeyen ulus, Mustafa Kemal'in vizyonuyla sadece yedi yıl
içinde böylesine çıta yükseltmişti.


Bir gün Orman Çiftliği'ndeydi.
Marmara Köşkü'ne doğru yürüyordu.
Ağaçların arasından "padişahım padişahım" diye haykırarak, iriyarı bir adam
fırladı. Saldırgan zannedildi. Ortalık karıştı. Adamı yaka paça yakalayıp,
uzaklaştırdılar.
Mustafa Kemal merak etti.
"Çağırın bakayım, ne istiyormuş" dedi.
Getirdiler.
Cumhuriyet'ten filan habersiz, garibandı.
Orman Çiftliği'nde amele olarak çalışıyordu.
"Haftada bir gün para ödüyorlar, açım" dedi.
Mustafa Kemal üzüntülü bir ifadeyle dinledi.
Yaverlerine dönerek “bu işin sorumlusu kim?" diye sordu. Maaşları ödeyen
orman mühendisini getirdiler.
Mustafa Kemal öfkeliydi...
"Sen hiç aç kaldın mı?" diye sordu mühendise.
Ve aslında cevap beklemiyordu...
"Bundan böyle her gün yevmiye ödeyeceksiniz" diye emir verdi.
Bununla yetinmedi...
Tarım bakanı Rahmi Köken'e bizzat telefon etti, aynı ağır soruyu sordu, "sen hiç
aç kaldın mı?"
Tarım bakanı istifa etmek zorunda kaldı!
Yoksulları "hırsızlık" bile olsa rencide etmezdi.
Çankaya Köşkü'nün yeni binalarının inşaatı devam ediyordu ... Dışarıdan bağırış
çağırış, gürültü duydu.
Pencereden baktı.
Ameleleri yan yana dizmişler üst araması yapıyorlardı
“Niye?" diye sordu.
Meğer amelelerden biri çaktırmadan Köşk'e girmiş, sehpadaki sigara paketini
cebine atmış, çıkarken enselenmişti. Öbürleri de aynı işi yapmış olabilir mi diye,
hepsini kontrol ediyorlardı.
“Derhal bırakın" diye haykırdı.
“Bizi mahcup edecek davranışlardır bunlar, bu memlekette kimse sigara çalmaz,
olsa olsa ailelerine bizde n bir hatıra götürmek istemişlerdir, hepsine bizden birer
paket sigara ikram edin" dedi.
Vatandaşa karşı sınırsız hoşgörülüydü.
Anadolu Ajansı'nın haber bültenlerini incelerken, kendisine küfreden bir köylü
hakkında soruşturma açıldığını öğrendi.
“Ben ne yapmışım ona?" diye sordu.
“Tütününü gazete kâğıdığıyla sararak sigara yaparken kâğıt tutuşmuş, bu yüzden
size küfretmiş" dediler.
Acı acı gülümsedi.
“Siz hiç gazete kâğıdıyla sarılmış sigara içtiniz mi? Ben Trablus'tayken içmiştim.
Pek berbattır. Köylü bana az bile küfretmiş. Siz onu mahkemeye vereceğinize,
ona, insan gibi sigara içmesini sağlayınız" dedi.

Mustafa Kemal, ABD başkanları Coolidge ve Hoover dönemlerinde temas ve
mesafeyi korudu.
1933'te Roosevelt seçildi.
Mustafa Kemal hamle yaptı. Telgraflarla mektuplarla yakınlık gösterdi, aynı
yakınlığı buldu. Türkiye-ABD ilişkilerini, Türkiye-İngiltere ilişkileri gibi tamir
etti.
Sıra hediyeye gelmişti...
Roosevelt pul meraklısıydı. Hem de öyle böyle değil, dünyanın en önemli pul
koleksiyonerlerinden biriydi.
Mustafa Kemal özel olarak hazırlattı, Türk posta pullarından zamksız bir seriyi
Beyaz Saray'a gönderdi.
Üç kuruşluk pul, paha biçilmezdi.
Roosevelt teşekkür mektubu yazdı.
Sürpriz hediyeden aldığı hazzı koleksiyoner heyecanıyla tarif ediyordu: "Azizim
Cumhurbaşkanı, nadir olan istirahat zamanlarımda, bana göndermek lütfunda
bulunduğunuz Türk Posta Pulları Koleksiyonu'nu seyretmekteyim, pullar
üzerinde resmedilmiş olan manzaraları bir gün kendi gözlerimle görmeyi ümit
ediyorum, samimi saygılarımla ve güzel temennilerimle, vefakârınız Franklin D.
Roosevelt."Mustafa Kemal'in duygusal zekâsı, Türkiye'ye hiç ayak basmamış olan ABD
Başkanı'na posta pullarımız üzerinden Türkiye seyahati yaptırıyordu
(Roosevelt aynı bakış açısıyla karşılık verdi. Maddi değere değil, Mustafa
Kemal'in kişisel merakına odaklandı. Üzerine ay-yıldız işlenmiş "müzik dolabı"
gönderdi. Şişli'deki Atatürk Müzesi'nde sergileniyor.)

Bir sabah, Samanpazarı yoluyla Ulus'a geçiyordu.
Ali efendinin kitapçı dükkânına uğramayı çok severdi.
Dükkânın kepenklerinde şaşırtıcı güzellikte bir halının asılı olduğunu gördü. “Bu
kadar kıymetli bir halının burada ne işi var, kaç para, kimin bu?" diye sordu.
Kitapçı Ali, halının sahibini açıklamak istemedi.
“Emanet bırakanlar özellikle rica ettiler, müsaade. buyurursanız isim bende
kalsın, 40 lira istemişlerdi" dedi.
Mustafa Kemal ısrar etti, kimin bu?
Kitapçı mecburen söyledi.
“Abdülhalim Çelebi efendinin paşam" dedi.
Abdülhalim Çelebi efendi, Mevlânâ sülalesinden geliyordu. Konya Mevlevi
Dergâhı postnişiniydi.
Milli Mücadele kahramanıydı, İstiklal Madalyası vardı.
Konya milletvekiliydi.
Dürüst, cömert, özü sözü doğru bir adamdı.
Evindeki halıyı satacak kadar parasız kalmıştı ama, kimseye belli etmiyordu,
kapısını kimseye kapatmamıştı, gelen gideni ağırlamaya devam ediyordu.
Mustafa Kemal hüzünlendi.
Yaverine dönerek, “40 lira bırakın" diye emir verdi.
Kitapçı halıyı sarmaya koyulurken de, eliyle müdahale etti... “Halıyı Abdülhalim
efendinin evine yollayınız, biz oradan aldırırız, akşamüstü kendisine uğrayıp bir
kahve içmek istediğimizi söyleyiniz" dedi. Bindi otomobiline, gitti.
Akşamüstü, Abdülhalim efendinin evine geldi.
Avlu kapısında karşılandı.
Şöyle bir baktı...
Halı paketli olarak kapının yanında duruyordu.
Mütevazı evde minderlere oturuldu, kahveler içildi.
Abdülhalim efendi daha fazla dayanamadı. “Paşam halıyı almışsınız, evime geri
geldi, müsaade buyurursanız arabanıza koydurayım" derken...
Dur manasında elini kaldırdı.
"Halı yine bizim olsun, sana emaneten bırakıyoruz, arada kahveye geldiğimizde
onu seyrederek içeriz" dedi.
Sonra da "açınız" diye emir verdi, halıyı odaya serdirdi.
(Abdülhalim efendi emanete gözü gibi baktı. Rahmetli olduktan sonra da
mirasçıları tarafından Mevlânâ Müzesi'ne bağışlandı.)
1931.. . Mareşal Fevzi Çakmaklın kızı Muazzez'in düğününe katıldı. Evlilik
hediyesi olarak 10 bin lira verdi. O dönemde 10 bin lira ne ifade ediyordu
derseniz, sıfır kilometre otomobil bin liraydı!
Düğünlerde daima hatıra mahiyetinde makul hediyeler veren Mustafa Kemal'in
bu defa neden böylesine yüksek bir para verdiğine kimse akıl sır erdiremedi.
Sadece Fevzi Çakmak bunun anlamını kavramıştı...
Muazzez ciğerlerinden hastaydı, yurtdışında uzun süreli tedavi görmesi
gerekiyordu, Fevzi Çakmaklın bu masrafın altından kalkabilmesi mümkün
değildi, damadından maddi yardım istemesi de mümkün değildi.
Bu hayati önem taşıyan açmazın farkında olan Mustafa Kemal, düğün takısıymış
gibi, gayet zarif yöntemle tedavi parasını vermişti. Doğrudan mareşal'e vermeye
kalksa, kabul etmeyeceğini biliyordu.
(Fevzi Çakmak bu hatırasını yıllar sonra gözyaşlarıyla anlatacaktı. Çünkü
Muazzez, maalesef kurtarılamadı.)

Hayatı boyunca sadece bir kişinin ölümünden sonra "ah Necati, ah Necati" diye
diye, dizlerini döve döve ağlamıştı.
Falih Rıfkı Atay "Atatürk'ün ilk defa hıçkırıklarla ağladığını görmüştüm, öz
evladı gibiydi" diyordu.
Mustafa Necati'ydi.
Doğma büyüme İzmirli'ydi. İzmir Mekteb-i Sultanisi'nde, bugünkü İzmir
Atatürk Lisesi'nde öğretmendi. Yunan işgali başlamadan bir gün önce, şehirdekl
yurtseverleri okulda toplantıya çağırmış, direniş örgütlemiş,
işgal gemileri Körfez'de son hazırlıklarını yaparken, Maşatlık'ta binlerce kişinin
katıldığı protesto mitingini düzenlemişti.
Kürsüye çıkıp şöyle haykırmıştı:
“İzmir Yunan'a ilhak ediliyor, işgal başlıyor.
Bu akşam güzel İzmir'imizde son ve tarihi akşamımızdır.
Ayaktayız. Vakar ve sükûnetinizi muhafaza ediniz.
Vatan ordusuna iltihaka hazırlanınız.
Teslim olmayacağız!"
Ertesi sabah, Yunan postalı vatan toprağımıza ayak basmış, Hasan Tahsin tetiğe
basmış, Mustafa Kemal Bandırma Vapuru'na binmiş, Mustafa Necati vuruşmak
üzere Ege dağlarına çıkmıştı.
Mustafa Kemal'in yol arkadaşıydı.
Harf Devrimi'ni gerçekleştiren, Tevhidi Tedrisat devrimini gerçekıeştiren,
yabancı okulları denetim altına alan, Köy Enstitüleri'nin temelini atan milli
eğitim bakanımızdı. "Memlekette mektep bulamayan bir çocuk bile
bırakmayacağım" diyordu.
Potansiyel başbakan adayıydı.
Henüz 35 yaşındayken vefat etti.
Mustafa Kemal hayatında ilk defa hıçkıra hıçkıra ağladı,
"Ah Necati, ah Necati" diye diye ağladı.

Bugün müze olan köşküne geldi.
Bir de ne görsün...
Meclis başkanı Kazım Özalp, bazı milletvekilleri ve eşleriyle birlikte şehre
gelmiş, Atatürk köşküne yerleşmişti!
Antalya limanındaki takların, bayrakların sebebi buydu.
Mustafa Kemal'den filan kimsenin haberi yoktu.
Meclis başkanı gösterişli karşılama töreni istemişti... Bütün tantana meclis
başkanı içindi.
Atatürk köşkü adeta otele çevrilmişti.
Mustafa Kemal'in yatak odasına bile yerleşmişlerdi.
O sırada köşkte değillerdi.
Heyet halinde şehri geziyorlardı.
Mustafa Kemal'in canı çok sıkıldı.
Nuri Conker ve Kılıç Ali'yle birlikte odaları dolaştı. Bavullar, elbiseler her
yandaydı...
Yatak odasının kapısını açtı.
Karyolasının yeri bile değiştirilmişti.
"Tutun şunu" dedi, eski yerine çekti.
"Bana ait olmayan eşyaları dışarı atın" dedi.
Bahçeye çıktı.
Kahve istedi, sigara yaktı.
Sakin sakin yudumlayarak bekledi.
Meclis başkanı koşa koşa geldi, kan ter içindeydi. Yanında eşi vardı.
Hemen arkalarına öbür milletvekilleri dizildi.
Mustafa Kemal sadece "Antalya'ya geleceğinizi bilmiyordum, gezinizin amacı
nedir?" diye sordu.
Kazım Özalp utançla eveleyip geveledi.
Mahcup şekilde evi terk etti.
Antalya valisi akrabasıydı, onun evine taşındı.
Yerel partililerden ricacı olundu...
Milletvekilleri zoraki misafir olarak evlere dağıldı.
O akşam, bu olay sanki hiç yaşanmamış gibi, Kazım Özalp ve beraberindeki
milletvekillerini eşleriyle birlikte
yemeğe davet etti. Bu konuyu hiç açmadan neşeyle sohbet etti, güzel güzel
ağırladı. Ama... Kazım Özalp bir daha asla meclis başkam olamadı.
Her fırsatta sıradan vatandaşlar gibi yürürdü.
Boğaz'ın karşı yakasına geçmek için şehir hatları vapurunu kullanırdı.
Tramvayda özellikle ikinci mevkiye biner, bilet parasını öderdi.
Hiç plansız Beyoğlu'nda otomobilini durdurur, Lebon pastanesine otururdu.
Bazen Vefa'ya gider, boza içerdi, tesadüfen orada bulunan vatandaşlara
ısmarlardı.
Ailece lokantaya giden, ailece gazinoya giden vatandaşları gördüğünde çok
mutlu olurdu.
Etrafı özendirmek için, bu tür mekânlarda karşılaştığı çocuklu ailelerle sohbet
ederdi.
Beyoğlu'na geldiğinde Tokatlıyan oteline mutlaka uğrardı, mutlaka şef garson
Karabet efendiyi çağırır, halini hatırını sorardı. Karabet efendi, Milli Mücadele
sırasında emrinde görev yapmıştı.
“Halk arasında huzursuzluk yaratır, korkutur" diyerek, güvenlik önlemlerine
karşı çıkardı. Üniformalı asker-polis koruma istemezdi.
Çerçeve içinde yaşamak ona göre değildi.

Aşçısı Mehmet Yücel'di.
Bolu Mengenliydi.
Devlet demiryollarında yataklı vagonlarda aşçıydı.
1924'ten 1938'e kadar 14 yıl boyunca Çankaya'nın mutfağında çalıştı, yaz
aylarında Dolmabahçe'nin mutfağına geçerdi.
İşinin ehli, temiz, hepsinden önemlisi Mustafa Kemal'i n boğazından geçen
lokmaların emanet edildiği, canımn emanet edildiği, güvenilir bir insandı.
Mustafa Kemal rahmetli olduktan sonra en ufak bir kişisel talepte bulunmadı,
yeniden devlet demiryollarına yataklı vagonlardaki görevine döndü.
Sofrada her akşam 10-15 misafir ağırlandığı için, mutfakta altı kişilik ekip
çalışıyordu. Mustafa Kemal'in Ankara'da olmadığı dönemde felekten bir gece
çalmak istediler, çilingir sofrası kurdular, ufak ufak demleniyorlardı... Aksilik bu
ya, Mustafa Kemal çıktı geldi
Şak diye mutfağa girdi.
Aşçı ekibi basılmıştı!
İşten kovulacaklarını düşünürlerken, “e hadi bana da bir kadeh verin" dedi...
Oturdu, bir yudum aldı, bir lokma meze aldı. “Rahatınızı bozmayın" diyerek,
gitti.

Mustafa Kemal traktör kullanmayı çok severdi.
Bazı günler Orman Çiftliği'nden Çankaya Köşkü'ne dönerken, araziden,
kendisinin kullandığı traktörle giderdi.
Nazım Canca yakın korumasıydı.
Ele avuca sığmayan, maceralı hayatı olan bir delikanlıydı. Rize'de doğmuştu,
amcasının yanına Batum'a gitmiş, liseyi bitirene kadar orada okumuştu. Rus
sirkinde işe girmiş, Avrupa'yı dolaşmıştı. Dört yıl Londra büyükelçiliğimizde, bir
yıl Paris büyükelçiliğimizde çalışmıştı. Rusça, İngilizce, Fransızca biliyordu.
1934'te askerliğini yapmak için Türkiye'ye döndü. Yabancı lisanlar bildiği için
Çankaya Köşkü'nde görevlendirildi. Rusça tercümeleriyle Mustafa Kemal'in
dikkatini çekti. Judo biliyordu, güreşirken kendisinden iri askerleri tık diye yere
seriyordu, iyice göze girdi.
Askerliğini bitirince Mustafa Kemal'in isteğiyle emniyet'e başvurdu, polis oldu.
1935'ten itibaren korumas olarak görevlendirildi.
Atatürk'ten sonra İsmet İnönü'nün ve Celal Bayar'ın da korumalığını yaptı. Judo
sporunun Türkiye'deki öncülerinden biriydi, Judo Federasyonu'nun
kurucularından oldu, asbaşkanlık yaph, şampiyon sporcular yetiştirdi, tekvando
ve karate federasyonlarının kurulmasına katkı sağladı.
Diğer koruması Bekir Çavuş'tu. Emektardı.
Kazım Karabekir'in komutasındayken, Erzurum Kongresi'nde Mustafa Kemal'in
emrine verilmişti.
Bir daha ayrılmadılar.
Eli ayağı, canı ciğeriydi.


Cemal Granda'nın Mustafa Kemal'in vefatından 21 yıl sonra iddia ettiği ve
kendisinden başka kimsenin şahit olmadığı bu "gerçeğe aykırı" sözde hatıralar,
Mustafa Kemal karşıtları tarafından yarım asırdır "gerçek bilgiymiş gibi'
kullanılıyor. Mustafa Kemal'e saldırmak için "kanıtmış" gibi alet ediliyor.
Dolayısıyla soru şudur...
Cemal Granda'nın hatıraları, paraya sıkışan Cemal Granda tarafından mı
uyduruldu, CHP'yle mücadele eden Demokrat Parti tarafından mı manipüle
edildi, parayı verenin düdüğünü çalan sahtekâr gazeteciler tarafından mı
çarpıtıldı?
Gazeteci kimliğimle, bu “gerçeğe aykırı" hatıraları afişe etmeyi, Mustafa Kemal
Atatürk'e bir borç olarak görüyorum.
Tarihçi kimliği olanları da, Cemal Granda'mn "doğru olmayan" hatıralarım
çürütmek için göreve davet ediyorum.)
(Mustafa Kemal'e "Sabetayist" denildi... Bu yakıştırmanın kaynağı da, Cemal
Granda'mn kitabıydı.
Sözde hatıralarında aynen şunları anlatmıştı:
“Bir gün Çankaya'da Selanikli berber Mehmet ve berbe r Rıdvan'la antrede
oturmuş konuşuyorduk. Berberlerin ikisi de Atatürk'ün hemşehrisi olduklarından
kendilerini imtiyazlı sayarlar, yüksekten konuşurlardı. Şaka da olsa böbürlenerek
dolaşmalarına, kendilerine poz vermelerine çok tutulur, yine de renk vermemeye
çalışırdım. Fakat bütün dikkatime rağmen aramızda tartışmalar eksik olmazdı. O
gün yine zayıf tarafımı bulmuşlar, bana şakadan takılıyorlardı. 'Biz Selanikliler
olmasaydık siz kurtulamazdınız' diyorlardı. Ben de cevap olarak, 'biz kendi
kendimizi kurtardık, Selaniklilere ihtiyacımız yok, hem zaten Selanik'ten çıksa
çıksa Yahudi çıkar' diyordum. O sırada merdivenleri yavaş yavaş inen Atatürk'ü
görmemiştik. Konuşmalarımıza istemeyerek kulak misafiri olmuş ki, o akşam
sofrada bir Selanikli olan Nuri Conker'e damdan düşer gibi sordu, 'Nuri Bey,
Selanik'ten ne çıkar?' dedi.
O anda beynimin karıncalandığını duyar gibi oldum. Demek korktuğum başıma
gelmişti, Atatürk antrede konuştuklarımızın hepsini duymuştu.
Nuri Conker, Atatürk'ün nazını çektiği, kaprislerine katlandığı eski bir çocukluk
arkadaşı olduğu için aklına eseni söylemekten çekinmeyen biriydi. Nuri Conker
sanki bütün konuştuklarımızı biliyormuş da, beni korumak kararını
vermişçesine, 'bol bol Yahudi çıkar Paşam' demesin mi?
Bunun üzerine Atatürk yüzünde alaylı bir gülümsemeyle daha önce kulağına
çalınmış dedikoduların tümüne karşılık verdi. 'Benim için de bazı kimseler
Selanikli olduğumdan Yahudi olduğumu söylemek istiyorlar. Şunu unutmamak
lazımdır ki, Napolyon da Korsikalı bir İtalyan'dı. Ama Fransız olarak öldü ve
tarihe Fransız olarak geçti. İnsanların içinde bulundukları cemiyete çalışmaları
lazımdır' dedi.
O günkü kadar utandığımı ve Atatürk'ün karşısında küçüldüğümü on iki yıllık
hizmetim süresince hiç hatırlamıyorum. Belki de ömrüm boyunca benim için en
büyük utanç da bu olmuştur. O günden sonra Selanik kelimesini bir daha ağzıma
almadım."
Cemal Granda'nın bu sözde hatırası referans alındı, eğildi büküldü, Mustafa
Kemal'in aslında “Yahudi" olduğunu itiraf ettiği, “Sabetayist" olduğu yazıldı.
Halbuki...
Mustafa Kemal'e dair yayınlanmış tüm anı kitaplarını okuyun. Bu diyaloğa
rastlayamazsınız.
Cemal Granda'dan başka bu diyaloğa şahit olmuş kimse yok!

Askeri lisede öğrenciyken en dikkatle takip ettiği yazarlardan biri, özgürlük
odaklı fikirleriyle Meşrutiyet döneminin en çok okunan gazetecisi olan,
Şehbenderzade Ahmet Hilmi'ydi.
Henüz 17 yaşındayken Şehbenderzade'nin İslam Tarihi kitabını okumuştu,
yıllarca özenle saklamış, Çankaya Köşkü'ndeki özel kütüphanesine koymuştu.
Bu kitapta yer alan Hazreti Ebubekir'le ilgili satırların altını kırmızı kalemle
çizmişti, sayfanın kenarına “çok mühim" notunu düşmüştü.
“Çok mühim" olarak işaretlediği bölümde şu yazıyordu: “Hazreti Ebubekir
beytülmalden (devlet hazinesinden) kendisine verilen nafaka ile yaşardı,
vefatında hiç parası çıkmadı, emval-i miriyeden (devlete ait mallardan)
kendisine bir deve, bir köle verilmişti, onların iadesini vasiyet etti."
Henüz 17 yaşındayken bu satırların altını çizen Mustafa Kemal, tıpkı o
satırlardaki gibi yaşadı, tıpkı o satırlardaki gibi rahmetli oldu. Kendisine tahsis
edilen tüm malı mülkü parayı, millete iade etti.
İktidar gücünü şahsi servet yapmak için kullanmadı.
Şahsi servet yapmadı

1917.. . Yedinci ordu komutanlığına atanmıştı, İstanbul'dan Halep'e hareket etmek
üzereydi. Şişli'deki evine bir Alman subayı geldi, yedi adet sandık
getirmişti, sandıklar çil çil altın doluydu.
Mustafa Kemal "bunlar ne?" diye sordu.
Alman subayı izah etti. "Yıldırım orduları grup komutanı mareşal Falkenhayn
tarafından Mustafa Kemal'in şahsına gönderildi" dedi.
Belge yoktu, kayıt yoktu.
Osmanlı subaylarını parayla satın almaya alışık olan Alman mareşali, kendi
devletine değil, Alman imparatorluğunun çıkarlarına hizmet etmesi için alenen
rüşvet göndermişti.
Mustafa Kemal "şahsi" olarak kabul etmedi.
Tutanak hazırlattı.
Alman subayına ve şahitlere imzalattı.
Kendisine gelen altınları doğrudan yedinci ordu levazımına yolladı, tutanağı da
Falkenhayn'a gönderdi.
"Kolayca tahmin etmek mümkündür ki, mareşal Falkenhayn benden başka
birçoklarını böyle sandıklarla iğfal etmek yolundaydı" dedi.
Aynı "iğfal" yolunu İngilizler de denemişti...
Kuvayı Milliye sürecinde aracılar gönderen İngiliz hükümeti, Anadolu
direnişinden vazgeçmesi karşılığında Mustafa Kemal'e dilediği miktarda para,
İtalya'da villa teklif etmişti!

1926.. . Saltanat kaldırıldığında İngiliz savaş gemisine binerek yurtdışına kaçan
Vahdettin, San Remo'da yaşıyordu. Kaderin cilvesine bakın ki, zamanında
İngilizle r tarafından Mustafa Kemal'e teklif edilen İtalya'daki villada,
Vahdettin oturuyordu!
Cumhuriyet'ten sonra Mısır'a yerleşmiş olan Osmanlı paşası Keçeçizade İzzet
Fuat'tan Mustafa Kemal'e mektup geldi. Halep'ten beri tanışıyorlardı.

1928.. . Köşkün penceresinden bakarken, manevi kızı Nebile'nin otomobile binip
gittiğini gördü. Yaverini çağırdı. “Derhal peşinden gidip buraya getirin"
dedi.
Getirdiler.
Nebile'yi karşısına aldı...
“Sen benim kızımsın ama, bu arabalar babanızın malı değildir, millete aittir, her
aklına esen buradan araba alıp gidemez" diye azarladı.
Devlet malını hoyrat kullananlara ağır konuşurdu.
Nereden nereye geldiğimizi unutanlara, öfkelenirdi.
Kağnı'ya mesela, büyük saygı duyardı.
Kurtuluş Savaşı'nın simgesi olarak görürdü.
1933'te Cumhuriyet'in onuncu yıl resmi geçit töreni yapıldı. Askeri birliklerin,
öğrencilerin, memurların
yanında, kağnılarıyla köylüler vardı. Tarihi korteje özellikle "kağnı" dahil
edilmişti

Karasaban'a büyük saygı duyardı...
"Kılıçla fetih yapanlar, sabanla fetih yapanlara yenilmeye mahkûmdur" diyordu.
Kağnı ve sabanı "ulusal amblem" yaptı.
1927'de tedavüle sürülen bir liralık banknotlara... Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk
kâğıt parasının üzerine "karasaban" koydurdu

Türkiye İş Bankası'nı 1924 yılında kurdu.
Bir asır geçti, hâlâ Türk bankacılık sektörünün lideri.
Fabrikanın radyosu vardı.
Fabrikada piyano vardı. Resim-heykel sergileri açılıyordu, bahçesinde havuz,
havuzun içinde bronz kadın heykeli vardı.
Spor kulübü vardı, Sümerspor... Türkiye'nin ilk alttan ızgaralı futbol sahası
oradaydı. Basketbol-voleybol sahası vardı, güreş minderi, boks ringi, tenis kortu
vardı, paten pisti vardı, bisiklet parkuru vardı.
Ameliyathaneli, laboratuvarlı, 40 yataklı hastanesi vardı. Eczanesi vardı.
İlkokulu vardı, kadın işçilerin çocukları için kreş vardı.
2018'den değil, 1937'den bahsediyoruz...
Giyecek kooperatifi vardı.
Fırını vardı.
İşçileri şehirden fabrikaya getirip götürmesi için Gıdı Gıdı adı verilen mini treni
vardı.
Kendi enerjisini kendi üretiyordu, santrali vardı.
Nazilli'ye elektrik veriyordu.
Fabrika bünyesinde, Nazilli halkına, özellikle genç kızların meslek edinmesi için
ücretsiz kurslar düzenleniyordu. Okuma yazma kursu veriliyordu. Civar köylere
sağlık personeli gönderiliyordu, hastalar tedavi ediliyor, ücretsiz ilaç veriliyordu.
Bölgedeki sıtma salgını, fabrikanın sağlık ekibi tarafından kurutuldu.
İşçilerin 264 dairelik, toplam bin kişilik lojmanı vardı.
Hamam vardı, sadece işçilere değil, halka açıktı.
Altı ayda bir yöre halkına ücretsiz basma dağıtılıyordu.
Demirhanesi, marangozhanesi, dökümhanesi vardı.
Başka fabrikalar için malzeme üretimi yapılıyordu.
Ar-Ge bölümü vardı. Daha fabrika açılmadan, fabrikada kullanılacak olan
pamuk türevleri geliştirildi. Islah çalışmaları sonucunda 28 pamuk çeşidi tescil
ettirildi. Bu tescil ettirilen pamuk türevleriyle, tüm Ege bölgesinin pamuk
üretimi artırıldı.
Rusya'dan 200 adet tohum ekme makinesi getirildi.
Yine Rusya' dan, pamuk tarlasında kullanmak için modern tarım aletleri getirildi,
çiftçilere dağıtıldı.
Çevreye onbinlerce ağaç dikildi ... Şehre katkı sağlayan fabrika değil, sosyokültürel
açıdan şehrin merkezi haline gelen fabrikaydı.
Ve, bunların hepsini tek kuruş vermeden yaptı.
Çünkü, Ruslara ödemeyi narenciyeyle yaptı!
Türkiye'nin en modern, en büyük fabrikasını portakal, mandalina, greyfurt
karşılığında aldı... Parayla değil, zeka'yla akıl'la kurdu.
Henüz Lozan Antlaşması bile imzalanmadan önce. ..
Henüz Cumhuriyet'i bile ilan etmeden önce . ..
Şubat 1923'te İzmir İktisat Kongresi'ni topladı.
İktisatsız, cumhuriyet mumhuriyet olmayacağını biliyordu.
Tüccar, sanayici, çiftçi, işçi, eğitimci 1135 delege katıldı.

Savarona
Piyasa fiyatı 10 milyon 400 bin dolardı.
Amerikalı kadın sahibi Almanya'da yaptırmıştı, vergi duvarı nedeniyle ABD'ye
sokamıyordu.
Bu gelişmeleri titizlikle takip ettirmiş ve talip olmuştu.
Hiç kullanılmadan, sıfır kilometre ikinci el'di.
Sekizde birine, 1 milyon 200 bin dolara satın aldı.
Neredeyse bir asır geçti, 45 milyon dolar fiyat biçiliyor.
Manevi değeri elbette paha biçilmez ama, yıllar geçtikçe maddi değeri
azalmadığı gibi, değer kazandı. Çünkü "vizyoner" yatırımıydı.
(Savarona'da XV. Louis'ye ait yemek masası ve 12 sandalyesi vardı. Şöminenin
karşısında Venedik komodin bulunuyordu. Kütüphanesi 1500 kitap alıyordu.
Mutfağın havalandırması muhteşemdi, herhangi bir kamarada yemek kokusu
duyulması imkânsızdı. Etler sebzeler ve meyveler için ayrı ayrı buzdolapları
yerleştirilmişti. Mini ekmek fırını vardı. Mustafa Kemal Savarona'da sadece 56
gün kalabildi.)


180 yolcusu, 105 mürettebatı vardı.
Yolcuları, Türkiye'nin aydınlarıydı.
Vâlâ Nureddin, Mahmut Baler, Kemalettin Kamu, Celal Esat Arseven, ilk kadın
milletvekillerimizden Mebrure Gönenç, ilk kadın gazetecilerimizden Bedia
Celal, ilk kadın heykeltıraşlarımızdan Nermin Faruki, ses sanatçılarımız, tiyatro
sanatçılarımız... Limanlarda gemiye binen yabancı konukları ağırlama görevini
üstleniyorlardı.Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, İstiklal Marşı'nın bestecisi Zeki Üngör
yönetiminde 47 sanatçısıyla gemideydi. Her yanaşılan limanda o ülkenin milli
marşını çalıyorlardı, konserler veriyorlardı.
Sergi salonları, Sanayi-i Nefise Mektebi öğrencilerinin yaptığı heykel, resim ve
biblolarla süslenmişti. İbrahim Çallı gibi ressamlarımızın tabloları asılıydı.
Kaptanlığını, Atlantik'i geçen ilk yolcu gemimiz Gülcemal'in efsane kaptanı
Lütfü bey yapıyordu. Liman işletmeleri genel müdürü Rauf Manyas, sergilerin
müdürüydü. Yedi lisan bilen Samiha hanım, protokol müdürüydü. Dekorasyonu
mimar Naci bey tarafından yapılmıştı. Bu kadroyu Mustafa Kemal seçmişti.
Vapur için özel logo hazırlanmıştı. Haber tanrısı Hermes, Karadeniz Vapuru'nun
önünde yürüyordu, elinde asa yerine denizcilik işletmelerinin amblemini
taşıyordu.
İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça broşürler dağıtılıyordu.
Ürünlerin üzerinde dört lisanda etiketler yapıştırılmıştı.
Yabancı tüccarların Türkiye'den ithalat bağlantısı kurabilmesi için standlar vardı.
İş Bankası şubesi bile vardı.
Güvertede balolar tertipleniyordu, dans ediliyordu.
Şehirlerin ileri gelenleri yemekli gecelerde ağırlanıyordu.
100 binden fazla insan ziyaret etti.
Sırf Londra'da 25 bin kişi gezdi.
Barcelona'da 15 bin kişi gezdi.
İzdiham oluyordu, saatlerce kuyruk oluyordu.
Her binene Hacıbekir şekerlemeleri ikram ediliyordu.
İngiliz, Fransız ve Alman gazeteleri “Kemal Paşa'mn kısa saçlı kızları"
manşetleri atmıştı. Mürettebatın yarısından fazlası, kolejlerden seçilen, İngilizce
ve Fransızca konuşan kızlarımızdı.
Saçları açıktı, rengârenk elbiseler giymişlerdi, Avrupa kültürüne hâkimdiler,
“fesli insanların ülkesi" imajını bir anda yıkmışlardı. Avrupa, hayretler içinde
Türkiye'nin çağdaş yüzüyle tanışıyordu.

1920.. . Milli Mücadele için Anadolu'ya geçmeden önce, gömleklerini
Beyoğlu'nda Strongilos Biraderler'e diktirirdi.
Saraya da gömlek diken bu terzi dükkânında, Yani Delagramatika adında bir
kalfa çalışıyordu, vücut ölçülerini hep o alırdı.
Kurtuluş Savaşı başladıktan sonra alışkanlıklarını değiştirmeyen Mustafa Kemal,
gömleklerini yine Strongilos Biraderler'e diktirmek istedi.
İstedi ama, Yunanlarla savaşıyorduk. ..
Rumların Anadolu'ya gitmesi yasaklanmıştı.
Yunanistan'la gırtlak gırtlağa girilmişken... Strongilos Biraderler, Mustafa
Kemal'in hatırım kırmak istemedi, kalfa Yani'yi Ankara'ya gönderdi iyi mi!
Macera dolu kaçak yollarla Anadolu'ya geçti, ölçüleri aldı, aynı kaçak yollarla
İstanbul'a döndü. Diktirildi, paketlendi, yeniden Ankara'ya götürüp elleriyle
teslim etti.
Bu muhteşem insani ilişkinin sinema filmi yapılmaması, belgesel yapılmaması,
romanlarının yazılmaması, adeta yok sayılması hakikaten üzücüdür. ..
Rum kalfa Yani Delagramatika, doğup büyüdüğü şehri terk etmedi,
Cumhuriyet'ten sonra da İstanbul'da yaşamaya devam etti.
Kendi dükkânını açtı.
Mustafa Kemal'den esinlenerek adım değiştirdi.
Ahlaki güzellik manasında "Kemalat" adını aldı.
(Strongilos biraderler, Konstantinos ve Theoklis'ti.

1932.. . Celal Bayar maliye bakanıydı, uluslararası para konferansı için Londra'ya
gidecekti, yola çıkmadan önce Çankaya'ya gitti, herhangi bir isteği olup
olmadığım sordu. Mustafa Kemal "Burberry kumaş al, kendine de al,
diktirip giyelim" dedi. Biraz da sitem etti. "O ayarda kumaş
yapamıyorsunuz, mecbur kalıyoruz" dedi. Celal Bayar "hay hay" dedi,
gitti. Burberry almadı. Yurda döner dönmez, kalite konusunda ciddi a^mlar
atlan Hereke Fabrikası'nın müdürünü çağırdı, iki takım elbiselik kumaş
hazırlamasını istedi. Çankaya'ya çıktı. Mustafa Kemal kumaşı eliyle
yokladı, "söyle bakalım Celal bey, bu ayarda kumaşı benim memleketimde
ne zaman yapacaksın?" diye sordu. Celal Bayar üstlendiği riskin ^^myla
konuştu, "memleketimizde yapıldı Gazi hazretleri, bunlar Hereke" dedi!
O gün milat oldu. O günden itibaren takım elbiseleri için asla ithal kumaş
kullanmadı.

9 Eylül'de İzmir'e girerken, elinde mercan tespihi vardı.
Sıkma kehribar olanı çok severdi.
Aynı zamanda “sağlık" için taşımak gerektiğini anlatırdı. “Bağdat dolaylarında
san kehribar derler ama, bizim ustalarımız sıkma kehribar derler, kehribarın
tozunu sıkıştırarak elde edilen taştan oyulur, kıymetlidir, bir ecnebi dergide
Münihli bir doktorun yazısını okumuştum, kehribarın insan sağlığına faydalı
olduğunu söylüyordu, eldeki kokuyu alıyor, mikroplara karşı koruyor" diyordu.
Her seyahat ettiği şehirde tespih ustalarına uğrardı.
Erzurum'a, Adana'ya gittiğinde oltutaşı tespih almadan gelmezdi

1931 sonbaharında bir gece "eğitim" konuşuluyordu. Aydın milletvekili Reşit
Galip lafını esirgemeyen, atak bir devrimciydi, Mustafa Kemal'in Harbiye'den
öğretmeni olan milli eğitim bakanı Esat Sagay'ı hayli sert dille eleştiriyordu,
gericilikle suçluyordu.
Mustafa Kemal dayanamayıp, "burada bulunmayan hocam hakkında böyle
konuşmanıza müsaade edemem" deyince, Reşit Galip kafa tuttu, "biz karşılık
beklemeden yırtık gömlekle çalışıyoruz, siz bizi azarlıyorsunuz" deyiverdi!
Sofra tel gibi gerilmişti.
Mustafa Kemal babacan ses tonuyla karşılık verdi. "Yoruldunuz artık, buyrun
istirahat edin" diyerek, kibarca sofradan kalkmasını istedi.
Ama, Reşit Galip geri adım atmadı, tam tersine diklendi. "Burası sizin sofranız
değil, milletin sofrası, milletin işlerini görüşüyoruz, burada oturmak sizin kadar
benim de hakkım" dedi.
Hava iyice buz gibi oldu.
Memleketin en güçlü insanı Mustafa Kemal, demokrasi tarihine geçecek bir
davranışta bulundu. ..
"Öyleyse ben kalkayım" dedi!
Kalktı, salondan çıktı.
Bu hadise kulaktan kulağa yayıldı.
Reşit Galip mahcubiyetinden insan içine çıkamaz hale gelmişti. Bu tatsızlığa da
yine Mustafa Kemal son verdi.
Bir hafta kadar sonra Reşit Galip'i yine sofraya davet etti, hiçbir şey olmamış
gibi sohbet etti. Hatta, fikirlerini savunmak için kendisine bile kafa tutmaktan
çekinmeyen bu coşkulu devrimciyi milli eğitim bakanı yaptı!
Faruk Nafiz Çamlıbel şiirsel bir dille tasvir etmişti...

Dünyada beden eğitimi dersini zorunlu ders haline getiren ilk devlet adamıydı.

1929.. . Yalova'ya dünyanın çeşitli ülkelerinden sekoya, pavlonya, Arizona selvisi,
mavi atlas sediri, kırkkese,
Japon akçaağacı fidanları getirtti. Türkiye'nin ilk canlı ağaç müzesini,
arboretum'u kurdu.
1930.. . Yalova çiftliğinde ahşap köşkün hemen bitişiğindeki çınar ağacının
dallarını kesiyorlardı.
Görür görmez müdahale etti.
"Ağaç kesilmeyecek, bina kaydırılacak" dedi.
İstanbul belediyesi fen işleri başmühendisi Ali Alnar ve tekılik ekibi getirildi.
Bina çepeçevre kazıldı, temel seviyesine inildi. Tren rayları getirildi, santim
santim temelin altına kaydırıldı, bina komple rayların üstüne oturtuldu.
İki katlı ahşap bina üç günde 4 metre 80 santim kaydırıldı.
Binanın yanına koltuk getirtmiş, oradan hiç ayrılmadan çalışmayı izlemişti.
İşçiler çadırda kalıyordu, Mustafa Kemal için de çadır kuruldu, o da çadırda
geceledi.
“Yürüyen köşk" haberi 10 Ağustos 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesinde
yayınlandı.
Ciddi eleştiri konusu oldu. “Devletin başka önemli işi yok mu, bir dal için değer
mi?" filan deniyordu. Çevre bilincinin anca 70'li yıllarda geliştiğini düşünürsek,
o yıllarda eleştiri konusu yapılması gayet normaldi.
Mustafa Kemal eleştirileri anlayışla karşıladı.
Ama, devletin başka işi yok mu diyenlere şu yanıtı verdi: “O çınar ağacı
devlettir!"

Müzik kültürünün sadece fizyolojik ve psikolojik yönüyle değil, sosyolojik
yönüyle de ilgileniyordu.
1914.. . Sofya'daki görevine yeni başlamıştı. Arkadaşları Şakir Zümre ve Fethi
Okyar'la birlikte operaya gitti. Carmen seyrettiler. Çok beğenmişti ama,
çok üzülmüştü.
“Biz Bulgarları çoban millet diye biliyoruz, halbuki opera binaları var, sahne
sanatçıları, müzisyenleri, dekoratörleri var, Balkan Savaşı'nda neden mağlup
olduğumuzu şimdi daha iyi anlıyorum" dedi!
Dinlemeyi de severdi.
Söylemeyi de severdi.
Müzik eğitimi almamıştı ama, nota bilirdi.

Bir başka mahalle arkadaşı Fuat Bulca'yla birlikte Halil efendinin salonuna
gidiyorlardı, Selanik'in ilk dans okuluydu. Vals ve polka öğreniyorlardı.
1935.. . Sovyetlerin en ünlü opera ve bale sanatçıları, efsane besteci Drnitri
Şostakoviç liderliğinde Türkiye'ye geldi. Beş hafta kaldılar, İstanbul,
Ankara ve İzmir'de 23 konser verdiler.
Mustafa Kemal tarafından bu turneye öylesine önem veriliyordu ki, Sovyet
sanatçılara bakanlarımızın makam otomobilleri tahsis edilmişti.
Lev Oborin, Nikita Magarof, David Oistrakh, Lev Steinberg, Valeriya Barsova,
Maria Maksakova, Aleksander Pirogov, Ivan Zhadan, Panteleimon Nortsov,
Natalia Dudinskaya, Asaf Messerer. .. Turnenin sonunda konuk sanatçılar
onuruna Ankara'da balo tertiplendi.
Mustafa Kemal, Bolşoy'un sopranosu Maria Maksakova'yı dansa kaldırdı, vals
yaptı. Saat 22'de başlayan balo, sabah 7'ye kadar sürdü!
Türkiye hatıralarını kaleme alan Sovyet sanatçılar şu ortak yorumda buluşmuştu:
“Mustafa Kemal çok etkileyici dans ediyor."
(Mustafa Kemal, Şostakoviç'in heyetinde yer alan genç tenor Ivan Zhadan'ın
sesini mükemmel bulmuştu. Kültür devrimimize katkı sağlamak üzere Türk
vatandaşlığına davet etti, hatta, kendisini güvende hissetmesi için “evlat olarak
alabileceğini" söyledi.
Zhadan kabul etmedi, ülkesinden ayrılmak istemediğini söyledi. Maalesef, İkinci
Dünya Savaşı'nda Nazilere esir düştü, can korkusuyla Nazilere konser verdi. Bu
tavrı nedeniyle, savaştan sonra ülkesinde istenmeyen adam
oldu. ABD'ye göç etmek zorunda kaldı, kariyerini orada sürdürdü, dünyanın en
önemli tenorlarından biri oldu.)
(Mustafa Kemal, Rus konuklara altın kaplama sigara tabakaları hediye etmişti.
Sanatçılar arasında bulunan David Oistrakh'ın 1968 yılında evi soyuldu, çalınan
eşyaları arasında efsane kemanıyla birlikte Mustafa Kemal'in hediyesi altın
sigara tabakası da vardı. Bu soygun, Rusya'da roman yapıldı, televizyon dizisi
yapıldı.)
£
Muhteşem zeybek oynardı.
"Milli dans" olmasını arzu ediyordu


Bir akşam Galip Arcan'ın yazdığı Sırat Köprüsü isimli tiyatro oyununu izlemeye
gitti. Başlangıçta mutluydu, keyifle yerine oturmuştu. Ancak dakikalar
ilerledikçe yüzü asıldı, sinirlendiği belli oluyordu. Oyun bitti. "Galip Arcan'ı
çağırın" dedi. Çağırdılar.
"Bunu siz mi yazdınız?" diye sordu.
"Evet paşam" cevabını alınca, iyice sinirlendi...
"Hayır yazmış olamazsınız, bu piyes Fleur d'Orange isimli vodvilin neredeyse
aynen çevirisi, neden bunu belirtmediniz" diye payladı!
Tiyatro eserlerine böylesine hâkimdi

1932.. . Güzel bir yaz akşamı Dolmabahçe rıhtımında Nuri Conker ve Salih
Bozok'la otururken, gençlik yılları aklına düştü. “Var mısınız Yorgo'ya
gidelim" dedi. Kalktılar, hiç haber vermeden, baskın yaparcasına gittiler.
“Yorgo biz geldik" diye içeri daldılar, oturdular.
Beyaz önlüklü ihtiyar Yorgo'nun gözleri doldu. Tıpkı eski günlerdeki gibi
masayı donattı. Mezeleri her zamanki gibi muhteşemdi.
Mustafa Kemal öbür masalardaki müşterilere döndü, “benim kim olduğumu
unutun, rahatsız olmayın, aranızda sizlerden biri olarak bulunmak istiyorum,
keyfinize bakın" dedi.
İki saat kadar yenildi içildi.
Afiyetle kahveler yudumlandı.
Hesap mesap istemeden kalktılar, kapıya yürüdüler...
Mustafa Kemal tıpkı öğrencilik yıllarında olduğu gibi seslendi: “Yaz hesaba
Yorgo, ay başında öderim!"
Yorgo da tıpkı o yıllarda olduğu gibi sıcacık karşılık verdi: “Güle güle Mustafa
Kemal, gene buyur."
(Elbette, ertesi gün hesabı fazla fazla gönderdi.)
Saklısı gizlisi yoktı.
" Kötü ruhlu kişiler dedikodumu yapmaya kalkıp, Mustafa Kemal dün akşam
içki içmiş, dans etmiş derlerse, evet içti, evet dans etti cevabını verin. Her şeyi,
günahı da sevabı da açık yapmak gerekir. Ne yapacaksak daima milletin
gözünün önünde yapacağız" diyordu

Sigarayla düşünürdü.
Dalgın dalgın, kimseyle konuşmadan helezonvari dumanlar çıkarıyorsa, hassas
bir kararın arifesinde olduğu anlaşılırdı.
Parmakları sigara yüzünden sararmış olanlara çok sinirlenirdi. Sigara tablasında
izmarit birikmesine çok kızardı, neredeyse her sigarayı söndürdükten sonra tabla
temizlenir veya değiştirilirdi.
Rakı içerdi.
Zihnini dinlendirme ilacıydı.
Hayatında ilk kez, Harbiye öğrencisiyken Büyükada'da tatmıştı. Arkadaşı Ali
Fuat'ın hatıralarına göre, ilk yudumunu aldıktan sonra "ne iyi içkiymiş bu,
insanın şair olası geliyor" demişti.
Adabıyla, ölçülü tüketirdi.
Sarhoş olduğu asla görülmedi.
Konuşmasının bozulduğu asla görülmedi.
Gündüz içmezdi.
(Sanki elinden kadehi düşürmüyormuş gibi anlatırlar ama, Mustafa Kemal'in
elinde rakı kadehiyle çekilmiş fotoğrafı bile yoktur.)
Savaşlar sırasında ağzına sürmezdi.
Halide Edip Adıvar Türk'ün Ateşle İmtihanı isimli romanında, Mustafa Kemal'in
bu hassasiyetini kayda geçirmişti: "Karargâhta adeta manastır hayatının riyazeti
içinde yaşıyorduk. İçkiye karşı daima nefsine hâkimdi. İçkiye iptilası rivayet
edildiği halde ağzına bir damla alkol almamıştı."

BiLECiK RAKISI
ile 45 derecelik
OLGUN Rakısı
sahip ve amili, saygı değer halkımızın yeni senelerini kut- lular ve saadetlerini
diler. _
Bilecik rakısı, Istepan Berberyan tarafından Galata'da üretiliyordu. Fiyatı biraz
daha pahalıydı, alkol oranı daha yüksekti. Berberyan ailesi Bilecikliydi, rakının
ismi oradan geliyordu.
(Kulüp rakısı'ınn etiketindeki papyonlu kişi, yıllarca Mustafa Kemal zannedildi.
Mustafa Kemal'le Ismet İnönü'ye benzetildi. Halbuki... Grafik sanatının öncüsü
Ihap Hulusi tarafından çizilmişti. Etiketteki
kişiler Ihap Hulusi'yle yakın arkadaşı şair Fazıl Ahmet Aykaç'tı.)
Fevzi Çakmak gibi beş vakit namaz kılan konuklan geldiğinde, hem içmezdi
hem de sofraya içki servisi yaptırmazdı.
Bir akşam, konuklar arasında Neyzen Tevfik de vardı.
Neyzen ne kadar çok içebildiğini, ne kadar dayanıklı olduğunu kanıtlamak için
ekmek istedi, önündeki boş tabağa doğradı, üstüne rakı döktü, çorba içer gibi
kaşıklamaya başladı.
Mustafa Kemal'in bütün neşesi kaçtı...
"Kabahat sende değil, seni içki içmeye çağıranda" dedi!

Sıcak yaz akşamlarında bazen soğuk bira canı çekerdi.
(Mustafa Kemal'e "bira" yüzünden inanılmaz iftiralar atıldı. Orman Çiftliği'nde
bira fabrikası kurduğu, minik Ülkü başta olmak üzere, çocukların eline bira
şişesi verdiği, çocuklara bira içirdiği söylendi.
Halbuki... Orman Çiftliği'nde bira fabrikasının yanı sıra malt fabrikası
kurulmuştu. Bu fabrikada çocuklar için, sağlığa yararlı, elbette alkolsüz, malt
hülasası üretiliyordu. Tüm dünyada çocuklar için kullanılan gıda takviyesiydi.
"Şark Malt Hülasası" adı altında üretilen bu besleyici içecek, herkes ulaşabilsin
diye eczanelerde satılıyordu.
Etiketinde ne işe yaradığı izah ediliyordu. "Umumi zafiyette büyük faydaları
olan gıdadır. Çocukların dişlerinin kolayca çıkmasına, kemiklerinin
kuvvetlenmesine, çocuk emziren annelerin sütünün çoğalmasına yardım eder.
Çocuklara yemeklerden evvel bir veya iki çorba kaşığı, büyüklere yemeklerden
evvel bir fincan" yazıyordu.)
SARKMRLT HÜLASASI
(Çocuklara bira falan içirilmediği gibi, tam tersine, çocukları ve gençleri
alkolden korumak için mücadele eden Yeşilay'a, bizzat Mustafa Kemal
tarafından "kamuya yararlı dernek statüsü" verildi.)

"Arkadaşlar, bu rakıyı vaktiyle padişahlar da içerdi, yalnız aramızdaki fark, onlar
saraylarının dört duvarı arasında gizlenip müraice (ikiyüzlü) içerlerdi, ben ise
aziz milletimin huzurunda yapıyorum, şerefimle içiyorum" diyordu.
Poker ustasıydı.
Özellikle parasına oynardı.
Çalışma arkadaşlarının hırs'larını, tamah'larını, zafiyetlerini poker masasında test
ederdi.
Kazanırsa, kazandığı paraları iade ederdi.
Kaybederse, öderdi.

1922.. . Saltanatın kaldırılması görüşmeleri yapılırken, bazı milletvekilleri
"Mustafa Kemal halife olsun" teklifinde bulundu. Mısır ve Hindistan'daki
Müslümanların da bu görüşte olduğu söylendi.
Sinirinden acı acı gülümsüyordu...
"Bunlar beni, başımda yeşil sarık, yüzümde uzun sakal, geniş bir cübbe içinde,
elimde tespih, uhrevi bir adam yapmak istiyorlar. Hayrete şayandır, bunların
kalın kafaları beni anlamıyor" diyordu.
Kadir geceleri oruç tutardı.
Ramazan'da şarkllı türkülü davetlere ara verirdi.
Kandil gecelerinde de öyle.
İçki içmezdi.
Akşam sofraları iftara dönüşürdü.
Yaşar Okur'u çağırır, Kur'an-ı Kerim okuturdu.
Yaşar Okur özel hafızıydı.
Tekkede yetişmiş, musiki eğitimi almış, Saray'a girmişti, sultan Reşad'ın
Vahdettin'in ve halife Abdülmecid'in hanendesi ve başmüezziniydi. Cumhuriyet
ilan edilince Ankara'ya gelmiş, Cumhurbaşkanlığı Fasıl Heyeti Şefi olmuştu.


1932.. . Sadettin Kaynak hatıralarında şu çarpıcı bilgiyi aktarıyordu: "Ramazan
ayıydı. Dolmabahçe'de büyük muayede salonunda hafızları toplamıştı.
Gazi'nin elinde Cemil Said'in Türkçe Kur'an-ı Kerim'i vardı. Evvela hafız
Kemal'e verdi, okuttu, beğenmedi. Ver bana, ben okuyacağım dedi.
Hakikaten okudu. Hâlâ gözlerimin önündedir, askeri kumanda eder gibi,
emir verir gibi bir ahenk ve tavırla okudu."
Referans aldığı kitaplardan biri, dönemin en ünlü şarkiyatçılarından Leone
Caetani'nin İslam Tarihi eseriydi. Hazreti Muhammed'in liderliğinin, savaşlarının
anlatıldığı bölümlerin altını çizmişti, "mühim" diye not düşmüştü. Altını çizerek
okuduğu diğer bölümler "oruç" ve "ramazan bayramının ortaya çıkışı"yla
alakalı satırlardı.
Bedir Savaşı'nı askeri açıdan incelemişti.
Kendi elleriyle haritasını çizmişti.
"Hazreti Muhammed'in peygamber olduğundan şüphe edenler şu haritaya
baksınlar, Bedir destanı'nı okusunlar, bir avuç insanla mahşer gibi kalabalık ve
alabildiğine zengin Kureyş ordusuna karşı kazandığı büyük zafer, fani insanların
kârı değildir, Hazreti Muhammed'in peygamberliğinin en kuvvetli delilidir"
diyordu.
Kur'an-ı Kerim'i tüm incelikleriyle bilirdi.
Orijinal Arapçasını defalarca okumuştu.
Türkçe ve Fransızca çevirilerini defalarca okumuştu.
Tefsir ederdi.
Mustafa Kemal'in tarih boyunca tüm devrimcilerden farkı, din'di... İslamiyete,
inanç kavramına entelektüel seviyede kafa yormuştu.
Meclis kararıyla özel bütçe ayırarak, Kur'an-ı Kerim'i Türkçeye tercüme ettirdi,
tefsir ettirdi, onbinlerce bashrtarak halka ücretsiz dağıttı. Kendi dilimizde
anlaşılarak okunmasını sağladı.
İlk bilimsel hadis çalışmasını yaptırdı. Temel hadis kaynağı kabul edilen
Buhari'yi Türkçeye çevirtti, yine onbinlerce ücretsiz dağıttı.
Halkın kendi dilinde kavrayarak, kendi dilinde hissederek camilere yönelmesi
için çaba harcadı. Türkçe Kuran, Türkçe hutbe, Türkçe ezan okuttu.
«t
1931.. . Ramazanın lS'inci günüydü.
Yaşar Okur, Yerebatan Camisi'nde cuma namazını müteakip "müşfik ve rahim
olan Allah'ın adıyla" diye başlayarak, tarihte ilk kez Türkçe Kuran okudu.
Ardından... Hafız Burhan, Hafız Kemal, Hafız Zeki, Hafız Nuri, Hafız Rıza, Hafız
Fahri, Hafız Rifat beyler, Sultanahmet Camii'nde Türkçe Kuran okudu.
Cemaatin çok önemli bölümü, kadındı.
Hafız Rifat bey, Fatih Camii'nde tarihte ilk kez Türkçe ezan okudu.
İlk Türkçe hutbe, Süleymaniye Camii'nde okundu.
Kadir Gecesi'nde Ayasofya'da 30 hafız, Türkçe Kuran okudu. Ayasofya'ya 100
bine yakın insan gelmişti.
Radyodan naklen yayınlandı.
"Müslümanların toplumsal hayatında hiç kimsenin özel bir sınıf olarak varlığını
korumaya hakkı yoktur.
Kendilerinde böyle bir hak görenler, dini hükümlere göre hareket etmiş olmazlar.
Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz eşitiz.
Dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz" diyordu.

1928.. . Güzel bir yaz günü İzmir vapuruyla Samsun'a gidiyordu, Sinop'a uğradı,
Sinop Kalesi'nin yanında gölgeliğe oturdular, şehrin ileri gelenleriyle
sohbet ediyordu.
"İçecek bir şey var mı!" diye sordu.
"Gemide buzlu bira var" dediler.
"Getirin" dedi.
Herkese ikram ettiler.
Herkes teşekkür ederek birasını alırken, bir kişinin almadığını, içmediğini gördü,
dikkatini çekti.
“Siz niye buyurmadınız?" diye sordu.
İmamdı. O yüzden almamıştı.
"E canım bu sıcak havada böyle oturmasın, hocaya soğuk bir şeyler getirin"
dedi. Ayran getirdiler. Sohbete devam ederlerken, aniden yine imama döndü.
"Hocam bu sıcakta buzlu bira içilmez mi?" diye sordu. İmam "efendim haram"
dedi. "Peki niye haram?" diye ısrar etti. İmam cevap veremedi. "Bunun hakkında
bir ayeti kerime, bir hadisi şerif yok mu?" diye sordu. İmam gene cevap
veremedi, samimi şekilde itiraf etti, "paşam sana doğrusunu söyleyeyim, ben
buraya muhacir geldim, iş aradım bulamadım, yapabildiğim kadar imamlık
yapıyorum, senin sorduğun kadar derinini bilmem" dedi.
Mustafa Kemal bu samimi cevaba samimi karşılık verdi, "aferin" dedi, "Türk ve
Müslüman yalan söylemez, yalan söylemediğin için seni affediyorum. Ama bak
burası deniz kenarı, buraya bir ecnebi gelse, İslam dini hakkında soru sorsa,
bihabersin. Müftü efendiye gideceksin, dersini alacaksın, sonra gelip seni
imtihan yapacağım. Sen en büyük vazifede bulunuyorsun, bilgili olacaksın, için
dışın temiz olacak" dedi.
Valiye döndü... "Hocaya benim tarafımdan iki takım elbise yaptırın" dedi.
Sonra kalabalığa döndü... İçkiyle alakalı ayeti okudu, mealini anlattı, herkes
şaşırdı.
"Allah'ın men ettiği şeylerin damlası dahi haramdır, fakat Allah büyüktür,
affedicidir, Allah kusurumuzu affetsin" dedi.
Birasını bitirdi, kalktı.


Tevrat ve İncil'i okumuştu.
Eski Ahit ve Yeni Ahit, kütüphanesinde yer alıyordu.
İbrani, Keldani ve Yunan lisanlarından tercümeydi.
Agop Boyacıyan matbaası tarafından 1886'da basılmıştı

Fevzi Paşa 22 gün 22 gece fasılasız devam eden Sakarya Savaşı boyunca bir tek
defa bile namazım ihmal etmemişti, Tanrı'ya dualarını sürdürmüştü, bu ağırbaşlı
cesur komutan, askerlerinin moralini yükseltmek için mevziden mevziye
dolaşarak, erlerine Kuran' dan parçalar okumuştu. Aynı derece soğukkanlı ve
savaşta bir an bile cesaret ve azmini kaybetmemiş olan İsmet Paşa da Fevzi Paşa
gibi dinine yürekten bağlı bir Müslüman'dı. Bu iki dindar komutan, Mustafa
Kemal'in en yakın iki generaliydi."
Sakarya Savaşı'nın en kanlı günleriydi.
Çadırında harita üzerinde çalışıyordu.
Yaverine emretti, “çok acele Fevzi Paşa'yı çağır" dedi.
Yaver Muzaffer Kılıç atına bindi, dörtnala Fevzi Çakmaklın çadırına gitti, içeri
girdiğinde paşayı yüksek sesle Kuran okurken buldu, sırtı kapıya dönüktü. Ne
yapacağına karar veremedi, seslenmedi, geri döndü, durumu anlattı.
Mustafa Kemal “dokunma" dedi...
"Kuran okurken rahatsız etmeyelim."
Kurtuluş Savaşı boyunca emrindeki paşalarla birlikte, hafızlara Kuran okutup
dinlerdi. Hatıra defterinde tarih tarih notlar vardı.

Ortadoğu uzmanı Alman diplomat Kurt Ziemke,
1930 yılında yazdığı Yeni Türkiye isimli kitabında, İngiliz projesini şöyle
anlatıyordu:
“Birinci Dünya Savaşı sonunda Almanya ve Türkiye mahvolmuştu, her iki ülke
de teslim olmak zorunda kalmışlardı. Şu anda birbirinden çok farklı durumda
bulunuyorlar. Almanya'da devletin temel sistemi yıkılmıştı. Türkiye'de ise Türk
milli mücadelesinden sonra Kemalizm'in temel prensipleriyle Türk milli devleti
oluşturuldu.
İngilizler Musul' da hedeflerine ulaşmak için bir yandan Türkiye'deki ayrılıkçı
hareketlere destek verirken, bir yandan Kemalist akımın yayılmasını
engelleyecek önlemlere başvurmuşlardı. Yapılması gereken, Kemalist
Cumhuriyet'in hem din düşmanı hem Kürt düşmanı olduğu temasını ortaya atıp,
işlemekti."
Mustafa Kemal'i hedef alan bu algı projesinin iki amacı vardı.
Bağımsız Türkiye'nin kendine müttefikler bulduğunu, ekonomisinin sıçrayarak
büyüdüğünü, halkın eğitim seviyesinin hızla yükseldiğini görüyorlardı,
Avrupa'da faktör olmasını önlemeye çalışıyorlardı.
Öbür taraftan, Libya, Tunus, İran, Afganistan, Cezayir, Mısır gibi Müslüman
ülkelerin Türkiye Cumhuriyeti'ni örnek aldığını görüyorlardı, Mustafa Kemal
devrimlerinin sirayet etmesini önlemeye çalışıyorlardı.
Tarikatları, cemaatleri, bölücü aşiretleri maşa gibi kullanıyorlardı. Dışarıdan
gelip yenemeyenler, içeriden çözmeyi deniyordu.
*
Mustafa Kemal'in tarihteki ilk biyografisi 1932'de yazıldı.
İngiliz istihbarat subayı tarafından kaleme alındı!
İngiltere'de basıldı.

Mustafa Kemal'e yönelik sapıkça ithamların yer aldığı, gelmiş geçmiş en ağır
iftiraların atıldığı kitap da, 1968 yılında, yine İngiltere üzerinden piyasaya
sürüldü.
Rıza Nur. .. Hekimdi. Milletvekiliydi.
Lozan Konferansı'na delege olarak katılmıştı.
Mustafa Kemal'e yönelik başarısız İzmir suikastından hemen sonra apar topar
yurtdışına gitti. 12 yıl Mısır'da yaşadı.
Mustafa Kemal tarafından Nutuk'ta adı sam verilerek açıkça suçlandı. Balkan
Savaşı'nda vatana ihanet ettiği, Arnavutları Türklere karşı kışkırttığı,
Arnavutların ayaklanması için gizli faaliyet yürüttüğü ortaya çıktı.
Yurtdışına kaçtıktan bir yıl sonra Nutuk'ta böyle deşifre edilince, Mustafa
Kemal'e karşı iyice kinlendi, delicesine nefret ediyordu.
1928'de oturdu, kitap yazdı.
"Hayat ve Hatıratım" adım verdi.
İki bin sayfaydı, güya anılarını anlatıyordu.
Bir yalanın bir başka yalan tarafından çürütüldüğü, akıl almaz hezeyanlarla dolu
bu kitapta... Mustafa Kemal'e hem "eşcinsel" diyordu hem "kadın düşkünü"
diyordu.
Bir sayfada "bir kıza tecavüz ettiğini" söylerken, bir başka sayfada "erkeklerle
ağaç altlarında şehvetle öpüştüğünü" anlatıyordu.
"Çankaya köşkünü kerhaneye çevirdiğini, 30 kadınla birlikte mum söndü
yaptığını" öne sürüyordu. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının gizli evler kiralayıp
fuhuş yaptıklarım, milletvekillerinin "pezevenklik" yaptığım, bu fuhuş evinin
polis tarafından basılıp mühürlendiğini anlatıyordu.
Bazı milletvekillerinin bakan olabilmek için öz kızlarını Mustafa Kemal'e
verdiklerini anlatıyordu. Mustafa Kemal'in beğendiği kadın öğretmenleri fahişe
yaptığım, kız mekteplerini dolaştığını, nerede kız görüp gözüne kestirirse
"eşkıya gibi omuzlayıp götürdüğünü" anlatıyordu.
Mustafa Kemal için "ayyaş" diyordu.
Sabah akşam "körkütük" gezdiğini söylüyordu.

Bu sapıkça iftiralarla dolu kitabı, 1968 yılında Kadir Mısıroğlu tarafından
Türkiye'de yayınlandı.

(O tarihte karaciğer biyopsisi yapılamıyordu.
Ölüm sonrası otopsi de yoktu.
Dolayısıyla, Mustafa Kemal'in siroza yakalanma sebebinin, alkol, sıtma veya
virütik hepatit gibi nedenlerden hangisine bağlı olduğunu söyleyebilmek
mümkün değildi.
Bu soru işareti, tıp dünyasının en çok tartışılan konularından biri oldu...
Parazitoloji ve mikrobiyoloji uzmanları arasında, Mustafa Kemal'in "şistozoma"
türü parazitler yüzünden siroza yakalandığı görüşü ağır basıyor.
Bu paraziti büyük olasılıkla İskenderiye'de veya Trablusgarp'ta kapmış
olabileceği düşünülüyor. Çünkü söz konusu parazitler o tarihlerde o ilkel
coğrafyada çok yaygın görülüyordu.
Hatta, İstiklal Marşı'mızın şairi, hayatı boyunca asla alkol kullanmayan Mehmet
Akif Ersoy da Kahire'de siroza yakalanmıştı, Mustafa Kemal'den iki yıl önce
sirozdan vefat etmişti.
Mustafa Kemal'e içki yüzünden siroz oldu diyen, bunu söylemekten pek
hoşlanan karşıdevrimciler, Mehmet Akif Ersoy'un da aynı hastalıktan rahmetli
olduğundan hiç bahsetmezler.
1930'lu yıllarda Türkiye'de sirozun ne kadar yaygın olduğundan, Kuzey
Afrika'da ne kadar yaygın olduğundan bahsetmezler.
2018 itibariyle günümüzde bile iki yaşındaki üç yaşındaki çocukların siroza
yakalanabildiğinden hiç bahsetmezler.)
1 Haziran 1938... Savarona'ya taşındı.
Sarayın bitişiğine, baştan kıçtan demirlenmişti.
Kitaplarını kamarasındaki kütüphaneye yerleştirdi.

1 Kasım, tereyağı sürülmüş bir dilim ekmeği ucundan ısırabildi, bütün gün hepsi
buydu, portakal suyu içti, sahlep içti.
2 Kasım, birkaç kaşık bezelye püresi, portakal suyu, sahlep.
3 Kasım, tereyağlı ekmek, iki defa üzüm suyu.
4 Kasım, sütlü kahve, iki defa üzüm suyu.
5 Kasım, bamya püresi denediler, olmadı, sahlep içebildi.
6 Kasım, sadece elma suyu ve sütle besleniyordu.
Anca kaşıkla verilebiliyordu.
7 Kasım, yarı uyur yarı uyanıktı.
Zaman zaman bilincini kaybediyordu.
Ömründe ilk defa canı "enginar" çekti.
İstanbul'da bulmak mümkün değildi, Hatay'a telgraf
çekildi.
Yetişmedi, yemek kısmet olmadı.
8 Kasım, artık kendinde değildi.
Bir ara başını sağa çevirdi, "aleykümselam" dedi.
Son kelimesi buydu.
Aleykümselam.

10 Kasım perşembe saat 9'u beş geçe...
Mustafa Kemal'i kaybettik.
Henüz 57 yaşındaydı.
Matem halindeki Dolmabahçe Sarayı tek el silah sesiyle irkildi.
Sedef kabzalı Smith Wesson'un namlusundan çıkan mermi, adeta çığlık gibi
koridorları dolaştı. Hemen alt kata koştular. Salih Bozok kanlar içinde yerde
yatıyordu. Kalbine dayamış, tetiğe basmıştı.
Selanik'ten mahalleden
arkadaştılar, akrandılar, tee en başından beri, Bandırma Vapur'undan beri
yaveriydi, ateşten gömleği gönüllü giymişti.
Birbirlerine öylesine yakındılar ki, Mustafa Kemal evlendiğinde Latife'nin
şahidiydi, Zübeyde hanım rahmetli olduğunda, Mustafa Kemal yetişememiş,
Salih toprağa vermişti.
Saat 9'u beş geçe Mustafa Kemal'in başucundaydı.
Elini öpmüş, hiç konuşmadan odadan çıkmış, alt kata, kendi odasına gitmiş, her
daim belinde taşıdığı beylik tabancasını çekmiş, soğuk namluyu iman tahtasına
dayayıp, tetiğe basmıştı.
Ölmedi Salih...
Mermi kalbini sıyırmıştı, iki-üç milim yanına saplanmıştı. Apar topar Şişli
Sıhhat Yurdu'na kaldırıldı, ameliyat edildi.
Kurtarıldı.
Canlı cenaze gibi yaşamaya devam etti.
Canından çok sevdiği Mustafa Kemal'iyle gidememişti, hayattan elini eteğini
çekti. Evinden, odasından çıkmadan anca iki yıl devam edebildi.
Mermiyle delemediği kalbi, kahrından kendi kendine durdu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder